Sabah yedi kalkıyorum yatağımdan. Ayaktayım ama göz
kapaklarım kapalı. Açmak için önce biraz suya ihtiyacım var. Musluğa yürüyorum
mahmur. Zor açılıyor, biraz sert. İyi kapatırız biz muslukları, damlatmasın
diye. Ama sessiz bir eve verdiği rahatsızlık gibi değildir su damlalarının
verdiği bize. Bizim evimizdeki buzdolabının gürültüsü rahatlıkla kapatabilir
damlayan bir musluğun sesini. Biz üç kuruş da olsa fazla gelmesin fatura diye
musluklarla ilgilenenlerdeniz.
Soğuk ve hafif nem kokan bir havluyla kurulayıp yüzümü,
soluğumu sokakta aldım. Bir gece önce kediler, sonra köpekler ve daha sonra da
atık işçileri tarafından yağmalanarak dağıtılmış çöplerin izleri var. Gözümün
önünden geçiyor birer birer gece yaşananlar. Kediler şuradaki duvardan
atlayarak gelmiş, sanırım kaldırımın dibindeki torbada işçi
ailesinin bir önceki akşam aybaşını kutlamak için almış olduğu tüm bir tavuktan
ne kaldıysa, onları didiklemişler. Benim gibi ellerini kullanamadıklarına göre,
torbayı dişleriyle delmişler, zor olmuş olmalı. Yoksa parçalamak için sokağın
ortasına kadar çeneleriyle sürüklemek zorunda kalmazlardı.
Şaşırıyorum, okula yetişmek için bu kadar hızlı yürürken,
yürüdüğümden daha hızlı düşünen beynime. Takdir etmiyorum da değil. “Yok yok”
diyorum, “bu kadar hızlı düşünemezdim bilmeseydim eğer, kediler nasıl yaşar,
nasıl beslenirler”. Ve mutlu oluyorum sabah sabah “Kısaca Marksizm Düşünüşü”nü
okuduğuma. Ustalar; ‘Usta’ “asıl ilişki, iş ilişkisidir” derken ne kadar
haklıymış. Hem annem hem babam, ben daha sekiz yaşındayken akşam sekizlere
kadar çalışmak zorunda kalmamış olsalar ve ben evde yalnız kalmayayım diye ve
bir çocuk daha yapmaya vakitleri de, paraları da yokken ve daha sonra, çok
sonraları da anlamış olsam 1985’in ağır koşullarında bir kardeş yapmanın
delilik sayılacağından, bana bir kedi alıp çocukluğumu onunla geçirmemi
sağlamamış olsalar nereden anlayacaktım ve hatta nasıl hissedecektim yiyecek
bulmaktaki kutsallığı; kedinin yeni doğmuş yavrularını besleyebilmek için
gösterdiği çabayı.
Çocukluğunu ve ergenliğe geçerken yaşanan yalnızlığını
birlikte geçirmek… Daha iyi iş ilişkisi mi olur bir çocuk için. İyi anlıyorum
kedilerden ve anlıyorum aynı zamanda onları anlamayanları, kuyruklarına teneke
bağlayan insaflıları, insafsızların ise kesmelerini. İlgisiz hatta sevgisiz
kalmışların, hem korkup kedilerden hem de onlara nefret duymalarına artık
şaşmıyorum. Eskiden şaşardım, artık şaşmıyorum.
Ankara’nın meşhur soğuğu yetiyor, nefesimdeki su buharını görünecek
kadar yoğunlaştırmaya. Hızlanan adımlarım hayatımızdaki ritmi hatırlatıyor
bana. Otobüs durağına giderken, daha köşeyi dönmemişken, biliyorum bir önceki
haftadan ve daha öncekilerden bu saatte durakta sıra olduğunu. Biliyorum hızlı
yürümekteki çabam otobüse yetişmek için değil, durağa gelecek olan belki üçüncü
otobüs (o da bilmem kaç dakika sonra gelir) sırasında daha öncelikli bir yer
kapmak için.
Doğru tahmin etmişim, gelen üçüncü otobüse birilerini
omuzlayarak ve birileri tarafından omuzlanarak binmeyi başarıyorum. Tıklım
tıkış. “O” soğukta, bu kadar bunalabilmek. İnsan tahmin edemiyor, inanamıyor
da. Az önce donuyordum, oysa şimdi sıcaktan nefes alamıyorum. Parkamın
fermuarını açayım, diyorum, ama elimi hareket ettirmek ne mümkün. Yaparım, ama
kalabalık. Önüm arkam sobe. Çekiniyorum. Biri yanlış anlar, bir kadın bir laf
söyler, ne kâbus ama. Nefes alamamak bir yandan, biri yanlış
anlayacak diye fermuarı açamamak bir yandan. Tek bir laf, bir kadından, of ki
ne of, ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Bu düşünce daha da sıkıyor canımı.
Bu da geçti ama... Kalabalık şehirde yaşayanların çok iyi
bildikleri, otobüsün sıkışık trafik yüzünden sık sık duraklayıp kalkmalarını
atlatabilecek bir pozisyon bulduktan sonra kendimi şanslı görmeye başladım.
Daha birkaç dakika önce “üçüncü” otobüse binmeye çalışırken aklımdan, “şu otobüstekiler
az daha fedakâr olsalar ne iyi olacak” ve hatta “bir iki adım daha atsalar,
biraz sıkışsalar, biz de binsek, ne kadar benciller bunlar” diye geçiyordu.
Daha otobüse bineli beş on dakika, bir ya da iki durak olmuştu. Ve işte ne
oldu, bu sefer ben, otobüse binebilmek için kim bilir kaç dakikadır ve kaç tıka
basa otobüsün soğukta geçişini izlemiş olan insanların dışarıda oluşturdukları
sıraya bakarak, otobüsün kapısına en yakın olanların “bir iki adım daha atalım
arkadaşlar, biraz sıkışalım” feryatlarına istemsiz ama refleksif bir tepki
duyarak bakıyordum. Neyse ki, otobüste benden daha hızlı davranıp “nereye
sıkışacağız, yer mi var, hayvan mıyız biz” gibi feryatlarda bulunanlar oldu da
içime su serpildi. Ama durun sevinmeyin, bu serinlik çok uzun sürmedi. Çünkü
aynı feryatları, otobüse binmeye çalışırken ve birkaç dakika ve birkaç durak
önce de duymuştum ama bu sefer biz yakarıyorduk: “Ne olur bir iki adım daha
atın” diye otobüsteki sıkışık kalabalığa da, karşılığında aynı sesler
yükseliyordu. O zaman utandım işte.
Basit bir otobüs sırası, eninde sonunda ulaşım meselesi
işte, ne çabuk değişmişti konumlanışım: “otobüse binmeye çalışan üşümüş ‘ben’
ve benden önce de sıkışık olan otobüsteki ‘ben’. İşte o zaman andım Ustaları,
kedilerden sonra yine, ne demişlerdi: “Son tahlilde ayrışmalar (saflaşma)
sınıflara göre olur”. “E doğru” dedim. Benim bile düşüncelerimi
değiştirebiliyorsa sıkışık bir otobüse binmiş olmakla mükâfatlandırılmak,
sınıfsal ayrışmaları oluşturacak kadar zıt ekonomik ve toplumsal konumlanışlarda
bulunmak, nasıl olurdu da değiştirmezdi insanın düşüncelerini? Ustalar
haklıydı, “insan, nasıl yaşarsa öyle düşünür”.
Tamam, o zaman ‘ben’ ve benden önce otobüse binmiş olanlar
ve ‘ben’den sonrakiler aynı taraftaydık. Buradaki konumlanış yani “otobüs
içindekiler ve dışındakiler” olmak üzere görünen konumlanış, şaşırtıcı derecede
basit olmasına karşın ilk bakışta karşı karşıya kalmamızı sağlayan yüzeysel bir
görünüm veriyordu. Oysa “olanı olduğu gibi görmek, ilk bakışta görüneni görmek”
değildir, mesela daha fazla insan binebilsin, otobüs daha çabuk kalkabilsin
diye insanları sağlı sollu ilerlemeye ve daha fazla sıkışmaya teşvik eden
otobüs şoförü, ne beklemelerden, ne de sıkışıklıktan asıl olarak sorumlu olan
kişi değildir. Ama kuşkusuz ki, ilk bakışta sorumlu oymuş gibi görünecektir.
Nereden mi biliyorum? Çünkü ben sizlere, sabah ve akşam yolculukları da dâhil
olmak üzere, şoförler ve yolcular arasında geçmiş yüzlerce polemikten örnek
verebilecek malzeme zenginliğine sahibim. Üstelik bunların en renklilerinden
olduğunu düşündüğüm birkaçı da kendime ait. Belki de siz bu konuda daha fazla
zenginliğe sahipsiniz.
Çok uzatmayayım, biliyorum ki zaman oldukça değerli. Demek
istediğim şudur ki: Yüksek teori kesmeden önce, hayatın en basit olaylarına
devrimci bakmak gerekiyor. Otobüse binmeden önceki ‘ben’ ve bindikten sonraki
‘ben’ olmaktan kurtulup gerçek kurtuluş yolları bulabilmek için, eş-dost
yardımıyla, ‘memleketlim’ muhabbetiyle üç kuruşluk muavinlik-şoförlük gibi
insanı ruhen ve bedenen tüketen işlere tamah eden insanlarla sinir bozucu
tartışmalar yaşamamak için, dışarıda yağmur altında sıkış tepiş otobüse binmek
için çabalayan insanlarımızı düşman bellememek için; yeniden ‘ben’ değil, ‘biz’
demeyi öğrenmek gerekiyor.
İnsanı insan yapan toplumun çıkarlarını reddederek; ‘biz’
den önce ‘ben’ demeye başlamak, çalışan yığınlarımız için “iplerini”
kendilerinin çekmesinden başka anlam ifade etmiyor. Ankara’da asgari ücret alan
bir işçi yani ayda 25 gün çalışan bir işçi, sırf işe gidebilmek için gerekli
yol parasını çıkarabilmek uğruna bir buçuk gün çalışıyor demek. Bu da başka
hiçbir yere gitmezse harcayacağı paraya denk geliyor. Saati iki liraya okul
bursu için çalışan bir üniversite öğrencisi için durumun daha da vahim olduğu
ortaya çıkacaktır. ‘Ben’, o kalabalıkta-sıkışıklıkta bunları düşününce işte o
zaman ‘ben’ olmaktan kurtuluyorum, ‘biz’in bir parçası oluyorum. ‘Biz’ demek
örgüt demek diyorum, ‘örgüt’ demek parti demek diyorum. Ve bugün parti demek
biliyorum ki “Kurtuluş Partisi” demek. “Tamam” diyorum doğru
yerdeyim, mücadeleye daha fazla asılmalıyım. Yaşamalıyım “bir ağaç gibi tek ve
hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Yaşayabilmek için bir orman gibi kardeşçe
ve olabilmek için hür, yeni ağaçlar katmalıyım ormana. “Bu da ne demek?”
diyebilirsiniz, ne mi demek “örgütlenmek” demek. Düşünsenize sırada bekleyenler
rakibiniz değil de yoldaşınız olsa, neler değişirdi, daha doğrusu neler
değişmezdi?..
Ankara’dan
Kurtuluş Partili Bir Genç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Öneri/eleştiri ilet.