Önderimiz
Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 46’ncı yıldönümünde HKP
Genel Başkanı Nurullah Ankut’un yaptığı konuşma
Yeşil Kuşak Projesi ürünü Tayyipgiller’in
oluşturduğu Ortaçağ Karanlığını
Yeni Ekim Devrimleri yaratarak
aşacağız!
Nurullah Ankut Yoldaş:
(Mikrofonların
kabloları kürsü arkasında, konuşmacının ayaklarını basacağı alanda
bulunmaktaymış. HKP Genel Başkanı onları ayağıyla iterek uzaklaştırdıktan
sonra.)
Kabloları
ayağımızın altından kenara çekelim öncelikle, yoldaşlar. Daha önce de söyledim
ya, hani bir sporcu bile mücadeleye çıkınca ayakkabılarına, ayakkabılarının
bağcıklarına, eşofmanına, formasına özellikle dikkat eder. Kendisinin dikkatini
dağıtacak bir şey var mı yok mu… onları ortadan kaldırır.
Saygıdeğer Yoldaşlarım ve Saygıdeğer bizi
dinlemeye gelen arkadaşlar,
Zaman o kadar
hızlı akıyor ki, Usta’mızın hayatını kesitler halinde sinevizyonda izlerken,
çağrışım oldu. Usta’mızla ilk tanıştığım an gözümün önüne geldi.
1968 yılının
sonbaharı, Cağaloğlu’nda Klodfarer Caddesi’nde, İPSD’nin yerindeyiz. Biz de bir
gençlik derneği olarak oraya gelmiştik. İPSD yöneticileri bize bir oda
vermişlerdi. “Devrimci İşçi Köylü
Öğrenci Birliği (DİKÖB)”ü kurmuştuk, Edebiyat Fakülteli öğrenciler olarak
biz de. Denizler, Merkez binadaki arkadaşlar “DÖB”ü kurmuşlardı, “Devrimci
Öğrenci Birliği”ni. Biz de işçi ve köylünün de devrimci gençlerle bir arada
olmasını ve ittifak etmesini öngördüğümüz için Devrimci İşçi Köylü Öğrenci
Birliği’ni, DİKÖB’ü kurduk, değerli arkadaşlar.
Orada akşam
oturuyorum ben, bir anda Usta’mız girdi içeriye. Kalktık, tokalaştık, tanıştık.
Benim nerede
okuduğumu sordu. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümündeyim Hoca’m, dedim.
Hocaların kim?
dedi.
Saydım adlarını;
Nermi Uygur, İsmail Tunalı, Macit Gökberk, Halil Vehbi Eralp, Takiyettin
Mengüşoğlu, diye.
Dediği aynen şu:
“Bunların tamamı burjuva Tezgâhtarları evladım” dedi,
Hoca’larım için. Tek bu terimi kullandı. Bu deyimi kullandı.
Kısaca felsefe
üzerine sohbet ettik. Malum, Marksizm-Leninizm, Diyalektik Maddecilik her türlü
felsefeye son verdi. Felsefe, sadece mantık ve metot alanında kaldı biraz, o da
Engels’in deyimiyle “kaldıysa kaldı”.
Yoksa doğanın ve toplumun, insanın tüm gelişim ve işleyiş kanunlarını bilime
havale etti Marksizm Leninizm. Kendisi de düşüncenin bilimini ortaya koydu,
mantığı ve metodu. Biz buna Diyalektik
Maddecilik diyoruz, arkadaşlar.
O akşam
Küçükpazar’da bizim Bozkırlı seyyar satıcı işçilerle bir toplantımız vardı.
Onlara karşı belediyenin zulmü var. Topluyor onları, arabalarını alıyor, malum,
tanık olduğumuz gibi çoğu yerde, deviriyor, gasp ediyor, zulmediyor yani. Biz
de mücadele ediyoruz. Sonradan bir yürüyüş yaptık onlarla. O zamanlar
İstanbul’da seyyar satıcıların, tam bir istatistik veremeyeceğim ama, neredeyse
en az yarısı diyeyim, Bozkırlıydı. Bizim memleketli, Konya Bozkırlıydı. Hani
Bozkırlılar için “gurbet uşağı”
derler. Arazi yok, tarıma elverişli topraklar yok. Hep geçimlerini sağlamak
için başka illere gider Bozkırlılar.
“Hocam işçilerle
toplantımız vardı”, dedim. “Ayrılmak zorundayım”, dedim.
“Tabiî evladım,
işçilere verdiğimiz söze mutlaka uyacağız”, dedi. “Yani sözümüzün eri
olduğumuzu görecek.”, dedi.
Ve benim için de
şöyle bir nitelemede bulundu, onur verici bir nitelemede: “Sizde de işçi duruşu
var.”, dedi.
Yani bunu nasıl
anladı Usta’mız?
Ama ben de,
Mustafa ve Metin Yoldaşlar’ın yakından bildikleri gibi (çünkü lise ikinci
sınıftan beri birlikteyiz), yaz tatillerinde işçi olarak çalışırdım
inşaatlarda. Daha önce de anlattım, “Soma…”
kitabında da. İlkokulu bitirdik, Karacihan Kiremit Fabrikası’nda işçi olarak
yazları çalışmaya başladık. Anam babam benden hiç öyle bir şey istemezlerdi ama
ben o insanların (işçilerin) hayatını yaşamak isterdim. Onların acılarını
paylaşmak, onların dünyalarına girmek isterdim. Onların kaderleriyle ortak bir
kaderim olsun isterdim. O bakımdan kendim gönüllü olarak çalışırdım. Aldığım
para da yanıma harçlık olarak kalırdı. Tek kuruşunu bile ailem istemezdi. Bir
genç olarak da kafamıza göre, özgürce ihtiyaç duyduğumuz şeyleri alma imkânına
sahip olurduk böylece.
Diyalektik Maddeciliğe göre madde yoksa düşünce de yoktur
İnsanın
ruhiyatını, davranış biçimlerini, davranış kalıplarını, düşünce kalıplarını
maddi hayatını kazanma biçimi belirler Marksizme göre.
Hani biz diyoruz
ya, maddesiz düşünce olmaz. Madde yoksa düşünce de yoktur.
Mesela biz de
önümüzdeki yıllarda önderlerimizin yanına gideceğiz bedence. Lenin Usta’yla
Kıvılcımlı Usta’yı da yaşça geride bıraktık yani. O zaman bizim düşüncemiz de
ortadan kalkacak. Yani düşünmeden de alıkonacağız. Ama düşünce olmadan da madde
var. Nitekim insan türü doğmadan milyarlarca yıl önce, dünyada madde vardı.
Denizler, göller, dağlar, ondan sonra bitkiler vardı. Demek ki düşüncenin
kendisi de maddenin bir ürünü. Zaten maddecilik de budur.
Metafizik
felsefeler, mantıklar, maddeyi düşüncenin belirlediğini öne sürer. Hâlbuki bu
bir safsatadır, safsatadan ibarettir. Onlar, o bakımdan gerçekleri asla
göremezler. Gerçekleri kafalarında tasarladıkları hayalhaneye uygunmuş gibi
algılarlar ve de öyle yansıtırlar. Ama Maddeciliğin özü de şudur: Evrenin yani
doğanın, toplumun ve onun bir parçası olan insanın devinim, gelişim ve değişim
kanunlarını arar ve hep olayların içinde arar. O bakımdan Diyalektik Maddecilik
bilimin metodudur. Metafizik mantık ise, İdealizmlerin bilim karşıtı anlayışların,
ideolojilerin kullandığı medrese mantık ve metodudur. Medrese metodudur,
medrese mantığıdır.
Bir düşüncenin
doğruluğunu ya da yanlışlığını nasıl anlarız, arkadaşlar?
Bunu keşfetmenin
çok pratik, çok kolay bir yolu var. Öne sürdüğümüz bir fikir, eğer maddi
hayatta bir karşılık buluyorsa o fikrimiz, o düşüncemiz doğrudur. Ama onun
maddi hayatta bir karşılığı yoksa ya da onlara ilişkin maddi hayatın ortaya
koyduğu gerçekler bizim düşüncemizle çelişiyorsa, bizim söylediğimiz şey
yanlıştır. Yani doğruluğun bu kadar basit bir ölçüsü vardır. Çok basit.
İnsanlar, kendi günlük yaşamları içinde bunu uygularlar. Uygulamazsa yaşayamaz
zaten.
Ev kadınlarımız
kilerde ne kadar pirinç var, ne kadar yağ var, yemek yapacak başka ne kadar şey
var hepsini aklında tutar yani ve ona göre ihtiyaçlarını ne yapar? Yerine
koymaya çalışır imkânları ölçüsünde. Herhangi bir gözlem yapma ihtiyacı
duymadan ya benim kilerim doludur ya da dolu olmalı. Dolayısıyla da bir şeye
ihtiyacım yok derse ne yapar? Düş kırıklığı yaşar. İstediğini yapamaz.
Ama toplum
ölçüsünde baktığımız zaman, insanlar toplumun aynı şekilde gelişim ve devinim
kanunlarını gözden kaçırırlar. O bakımdan toplum olayları anlaşılmaz gelir
insanlara.
Mesela bizim
dışımızda hiç kimse sınıf esasına dayanan siyasi tahliller yapamıyor, yapmıyor.
Öyle olunca onlar gerçeği hiçbir zaman göremiyorlar. Oysa biz toplumun
sınıflardan oluştuğunu biliriz. Ve bütün Tarihin, sınıflar savaşından ibaret
olduğunu biliriz.
Zaten, siyaset
de nedir?
Sınıflar
arasında savaş demektir siyaset. Sınıfların kendi çıkarlarını öne geçirebilmek
için düşman sınıfa karşı, karşı verdiği mücadeleden ibarettir siyaset.
Bakın
Tayyipgiller, patronların karşısında konuşuyor değil mi? Şefleri Tayyip, ne
diyor?
Bakın Kanun
Hükmünde Kararnameler var, Olağanüstü Hal var; artık grevler, direnişler yasak
diyor. O bakımdan sizin önünüz açıldı, diyor yani. Sizin çalışma imkânlarınız
artık tümüyle serbest, diyor.
Ama kimin
önünü kesmeliyiz, diyor?
Çalışanların,
ezilen ve sömürülenlerin. Onların hak arama yollarını Kanun Hükmünde
Kararnamelerle, Olağanüstü Hal’le yasakladık biz, diyor arkadaşlar. Açıkça
sınıf savaşı ilan ediyor İşçi Sınıfımıza karşı.
Buna karşı kim
mücadele etti?
Biz mücadele
ettik, arkadaşlar. Yoksa Feto bahane yani! Bahane!..
En azgın
sömürüyü uygulayabilmek için 15 Temmuz sonrası yeni bir basamağa sıçradılar.
Sadece hukuk devleti olmaktan çıkmakla kalmadılar, kanun devleti olmaktan da
çıktık. Artık kanun filan yok!
Ordu’nun tepesini tutmuş NATO’cular
Mustafa Kemal’e ve Birinci Kuvayimilleye’ye düşman
Geçen hafta, bir
hafta önce, hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal pankartımız Anıtkabir’e
alınmadı. Altında da Mustafa Kemal’in Birinci Kuvayimilliyeciliğin ve Mustafa
Kemal’in ne olduğunu en iyi özetleyen özlü sözü vardı: “Bağımsızlık
Benim Karakterimdir.”
Tabiî bunun bir
ön kısmı daha var ama burası da yeterli olduğu için biz, mesaj net ulaşsın,
sadeleşsin diye onu almıyoruz. “Özgürlük
ve bağımsızlık benim karakterimdir” Mustafa Kemal’in esas cümlesi.
Yoldaşlar
kapıda, Anıtkabir kapısında Tayyip’in polis şefiyle mücadele ederken, yine kırk
altı yıl önceye gitti benim anılarım. 1971 Nisan’ında 12 Mart’ın Faşist
diktatörleri Balyoz Harekâtını başlattılar. Yirmi kaç Nisan’dı?
Mustafa Şahbaz Yoldaş: 26 Nisan.
Nurullah Ankut Yoldaş: 26 Nisan’da, arkadaşlar. Her türlü
kulvarda kanunu bir tarafa attılar, artık tam açık faşist diktatörlüğü
kurdular, uyguladılar. Birkaç gün sonra devrimcilerin üzerine büyük bir sürek
avı başlattılar.
Kadırga Yurdu’na
yolumuz düştü o günlerde. Kadırga Yurdu, İstanbul Kadırga’da biliyorsunuz. O
zaman için çok güzel, modern bir yurttu. Ve devrimcilerin denetiminde olan,
hâkimiyetinde olan bir yurttu. Güzel geniş bir kantini ve yemekhanesi vardı.
Self servis yemek alınırdı, yenirdi masalarda. Kantindi de aynı zamanda,
oturulurdu. Onun böyle geniş duvarında Mustafa Kemal’in o kalpaklı resmi ve
altında o özlü söz yazılıydı. Gittik ki, kazınmış resimle söz. Üzeri boyanmış.
Oysa onu (12
Mart’ı) yapan sözüm ona Kemalist askerler değil mi? Kendilerini öyle tanımlayan
generaller, Faşist generaller?
Ama onların
Mustafa Kemal’le zerre ilgileri kalmamış. O zaman bir kez daha gördüm ben, o
genç yaşımda. Yani Atatürkçü olduğunu iddia eden ordunun en tepesindeki
generaller, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Mustafa Kemal’in kalpaklı
resmine ve Birinci Kuvayimilliye’yi en iyi anlatan sözüne karşı düşmanlar.
Niye?
Çünkü onlar
NATO’nun hizmetkârı. Süper NATO’nun emrinde faşist diktatörlüğü getirdiler.
Amaçları neydi?
Solun kökünü
kazımak, 27 Mayıs’tan bu yana gelişen Sosyalist kültürü bitirmek.
Böylece
Tayyip’in işverenler karşısında söylediği Kanun Hükmündeki Kararnamelerle
yaptığını, onlar da Faşist diktatörlüğün kanunlarıyla yapmak istediler. Yani
apaçık bir sınıf savaşıydı o da. Demek ki, ABD işbirlikçilerini, satılmışları,
hainleri, Türkiye’de en çok korkutan resim Mustafa Kemal’in bu Kuvayimilliye
günlerindeki resmidir ve o mücadelesini en özlü şekilde anlatan o sözüdür. Ona
her zaman düşman olacaklar.
Elif Yoldaş’ımız
beni duygulandıran, mahcup da eden tanıtım konuşmasında; sokak hayvanlarının da
dostu, dedi.
Biz Yörük’üz.
Yörüklerin temel geçim kaynağı hayvancılıktır bildiğiniz gibi, arkadaşlar.
Köyde de temel geçim kaynağımız hayvancılıktı. Babam sadece beni okutup, kendi
terimiyle “adam edebilmek” için köyden şehre göçtü. Çünkü beş kardeşim
önlenebilir hastalıklardan ölüp ölüp gitmişler; “Kıran artığı şu çocuğu okutup
adam edeyim.”, diye tüm köydeki yaşantısını, yaşamını, düzenini bıraktı şehre
geldi. Bildiği tek iş hayvancılık. Onu yaptı, onunla geçimimizi sağladı. O
bakımdan hayvanlarla hep iç içe büyüdük. Hayvanlarımızın; ineklerimizin,
öküzlerimizin hep kendi adları vardı. O zamanlar akşamları, tabiî böyle sosyal
medya yok, iletişim araçları yok, bir Siemens radyomuz vardı, o da akşamları
belli bir saatten sonra çekmeye başlardı, lambalı. Canım sıkılırdı, ahıra
inerdim. Kaşağıyı elime alırdım, bir saat, bir buçuk, iki saat hayvanları
kaşağılardım. Onların, kaşağılanırken, o huzurlu halleri beni mutlu ederdi.
Boyunlarını uzatırlar böyle, bakarlar size sevimli gözlerle. Siz kaşağılarsınız
sırtını, boynunu çakıldaklarını koparırsınız, kesersiniz; mutlu olurlar.
Muziplik olsun diye bazen burunlarına da dokunurdum ineklerin, onu sevmezlerdi
hiç. Pışşşçççıffft diye kafasını sallayarak, nefes çıkararak dokunma derler.
Yani öylesine severdik hayvanları.
Şimdi, mevcut
şartlardan dolayı gelip şehrin böyle bir taş dairesine yerleşince, geriye
sevilecek sadece sokak hayvanları kaldı.
Bir ara balkonda
güvercin besledik. Öğrencilik yıllarımda kuşçuluğum da var. Kuşlarım da vardı.
Kuşları da çok severim ve anlarım da kuşçuluktan. Konyalılar da kuşçuluğu iyi
bilirler. Orhan Şahbaz’ın da canlı tanık olduğu gibi, arkadaşlar kuşçuluğun
merkezlerinden biridir Konya da. Ama aşağıdaki komşular rahatsız oldu, şikâyet
ettiler. Özellikle bir kadın; “Abi, ya çamaşırı yeni asmıştım, hemen tepesine
kaka yapmışlar, topladım yeniden makineye geri attım.”, dedi. Öyle olunca,
oğlum Şahin’e “Şahin, artık bunlar, burada olmuyor”, dedik. O da arkadaşlarına
götürüp verdi kuşları.
İşte şimdi de
sokak hayvanlarına, kedilere, köpeklere bakıyoruz. Usta’mız o ünlü sözünde der
ya; “Ben, insanın hayvan yerine
konulmasına isyan ettiğim için Sosyalist oldum”.
Elbette biz de
aynı şekilde Sosyalistiz ama insanların,
hayvanların, tüm canlıların acı çekmesine ve doğanın fütursuzca, hayâsızca
vurgun için talan edilmesine isyan ettiğim için devrimciyim. Çünkü hepimiz
bir bütünüz. Doğa, hayvan, insan; maddi hayatın birer parçalarıyız, arkadaşlar.
Hz. Muhammed’in
o özlü sözünde dile getirdiği gibi “İnsanı
biz yeryüzüne halife kıldık.”, diyor. Yönetici kıldık, diyor.
Bu ne demektir?
O zaman,
hayvanları ve doğayı kollayıp ve korumak görevi de kime ait?
Görev ve
sorumluluğu biz insanlara ait. Bunu yapmazsak insanlığımızın hakkını vermiş
olmayız. Bize ait bir sorun. Nitekim Hz.
Muhammed’de de, Lenin’de de,
önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’da da
hayvan sevgisi yoğun, arkadaşlar. Che’de
de biliyorsunuz.
Türkiye’de oynanan seçim oyunu: Halk değil ABD ve işbirlikçileri seçiyor
Geçen haftanın
önemli olayları neydi, arkadaşlar?
Tayyip’in bir
kararla, belediye başkanlarını görevden alması değil mi?
“Bunu
halk seçti, şu kadar oyla geldi, vesaire oldu diyorlar”, diyor. Ama ondan önce
onu bir seçen var, diyor. Biz seçtik, biz de götürüyoruz, diyor.
Ya, tabiî, hep
söylediğimiz gibi arkadaşlar, seçim konuşmalarında, TRT konuşmalarında da dedik
ya, yani halk bir şey seçmiyor, aslında hepsi kandırmaca, yalan, dümen!
Parababaları seçiyor, Amerika seçiyor, onun en önemli işbirlikçileri seçiyor,
gerisini de yani daha alt düzeydeki hizmetkarları da bu tepedeki işbirlikçiler
seçiyor. Yoksa demokrasi filan yok. Yani halkın seçim iradesi filan yok.
Bazı
araştırmalar yapılıyor, Türk Halkının yüzde sekseninin Amerika’ya karşı olduğu,
Amerika’yı düşman olarak algıladığı ortaya konuyor.
Peki, Kürt
Halkını bir tarafa bırakalım, Kürt Halkının büyük çoğunluğu ne yazık ki
Amerika’yı dost olarak görüyor.
Türk Halkını
temsil ettiğini söyleyen partilerin, yani CHP’nin, MHP’nin ve AKP’nin tüm
yöneticileri Amerika’ya karşı mı, yoksa işbirlikçi mi?
İşbirlikçi,
uşak. Hepsi uşak…
Demek ki bunlar,
bir oyunla, bir hileyle seçilip geliyorlar. Yoksa halkı temsil ettikleri filan
yok. Parababaları, çıkar arabalarının beygirlerini yıprandıkça değiştirir.
Yerine yenilerini koşar. İşte onlardan ileride ihtiyaç olursa diye yeni bir
partiyi: “İYİ Parti”yi kurdurdu, değil mi, arkadaşlar.
Programı ne
diyor?
Amerika’ya,
NATO’ya bağlıyız. İttifakımızın, dostluğumuzun geliştirilmesini istiyoruz.
Bunun için çalışacağız.
Eleştirilince ne
diyor Meral Akşener?
“Eleştiriyorlar,
anlayışla karşılarım.”, diyor. “Ama bizi eleştirenlerin hepsi sanki başka bir
şey mi, diyor. Yani başka yerde mi, başka anlayışta mı, buna da kahkahalarla
gülüyorum.”, diyor.
Nitekim ODA
TV’deydi, dün okudum. Şenol Çarık,
Partilerin programlarından aktarmalar yapıyor, değil mi, arkadaşlar. Hepsi de
bunların ABD’ci, NATO’cu, Avrupa Birlikçisi yani. O bakımdan birbirlerinden
farkı yok bunların. Hepsi oyunbaz, hepsi düzenbaz…
Ama
demokrasicilik oyununun, bu ihanet oyununun oynanabilmesi için, işte birinin
dinci oynaması gerekiyor, öbürünün laikçi oynaması gerekiyor, öbürünün Türk
milliyetçisi oynaması gerekiyor, öbürünün Kürt milliyetçisini oynaması
gerekiyor.
Bir oyun var
yani, bir ihanet tiyatrosu var oynanan.
CHP’lisi de, AKP’lisi de zihin hasarına uğratılmış, burnunun ucunu göremiyor
Bir Dinleyici: Hepsi cambaz bunların.
Nurullah Ankut Yoldaş: Cambaz, hepsi cambaz. Hepsi rol yapıyor.
Ama insanlarımız ne yazık ki bunun ayrımına varamıyorlar.
Niye
varamıyorlar?
Çünkü öyle bir
Ortaçağ medrese eğitiminden geçiriliyoruz ki, zihnimizi özgürce kullanma
yetisine ulaşamadığımız gibi, daha öğretim yıllarında zihin tahribatına
uğratılıyoruz. Bütün partilerin oy verenleri için aynı şey söz konusu. Biri
hasbelkader dinci bir ortamda gelişiyor, çevrede gelişiyor, Tayyipçi oluyor;
öbürü Laik bir ortamda gelişiyor, CHP’li oluyor. Ama zihin hasarına uğramışlık
bakımından hepsinin durumu aynı, arkadaşlar.
Biz bunların ne
olduklarını anlatmak istiyoruz. Dikkat ederseniz eleştirilerimiz oluyor.
Görevimiz bizim, devrimci sorumluluğumuz bizim bu. Mevcut burjuva siyasetini
halka anlatmak, onların içyüzlerini ortaya koymak, teşhir etmek, en önde gelen
devrimci görevlerimizdendir bizim. Bunu yapmazsak, İşçi Sınıfı
Devrimciliğimizin hakkını vermemiş oluruz. Proletaryanın özgür, bağımsız
mücadele hattını ortaya koymamış ve savunmamış oluruz.
CHP’li
kardeşlere soruyoruz, ya TR705 kimdir, nedir diye?
Ne karşılık
alıyoruz, arkadaşlar?
Vay AKP’ye laf
edemiyorsunuz, CHP ile uğraşıyorsunuz. Ya biz bir düşünce sorduk, bir düşünce
ortaya koyduk.
Özgür düşünen
adam ne yapar?
Ya bu adamın
söylediği, bunların söylediği doğru mu, yanlış mı? Bunun hayatta karşılığı var
mı yok mu? Ona bakar değil mi? Onu araştırması gerekir.
Ona hiç
bakmıyor. Hiç orayla ilgili değil.
Niye?
Çünkü
tarikat mantığıyla davranıyor. Sorgulama yok, araştırma yok. Gerçeğe odaklanma
ve gerçeği sevme yok, arkadaşlar.
Gene soruyoruz,
Selina Doğan kimdir?
Hiçbir oy
tabanı olmamasına rağmen belli bir amaçla getirildiği besbelli olan bu kişi
yani ABD’ye ve AB’ye şirin görünmek amacıyla getirilen bu kişi; “1915’ten 1923’e
kadar, Ermenilere soykırım uyguladılar.”, diyen ve bununla kafayı bozmuştur. Bu
emperyalist yalanla…
Eee vatandaş,
bunun oy tabanı yok, hangi amaçla CHP’ye getirildi, milletvekili yapıldı?
Özgür düşünen
beyin bunu sorgular, değil mi?
Yoo, bunu da
sorgulamıyor, bize kızıyor. “Şu anda CHP’de birleşmek lazım, siz kafa
bulandırıyorsunuz…”
Ya kafa
bulandırmıyoruz biz, tersine zihinleri açmak istiyoruz, aydınlatmak istiyoruz.
Bu CHP ihanet oyununun bir parçası, diyoruz. Bununla hiçbir yere varılmaz.
Amaçları aynı Tayyipgiller’le bunların, diyoruz. Ya bugüne kadar hiç kimse
CHP’nin oy tabanını parçalamadı.
On beş yıldan bu
yana kim parçaladı?
Hiç kimse.
Bizim aldığımız
oy ne?
83 bin oy.
CHP ne kadar
aldı?
11 milyon.
On bir milyon
içinde 83 bin olsa ne olur, olmasa ne olur?..
Yani bugüne
kadar hiç kimse CHP’nin oyunu parçalamamış.
Ama ne yapmış
CHP?
Tayyipgiller’e
yandaşlık yapmış, arkadaşlar, başka bir şey yapmamış.
Bundan sonra ne
yapacak?
Bundan sonra da
aynısını yapacak. Farklı bir şey yapacak durumu yok bundan sonra da.
Bekaroğlu kim?
Ömrünü
Ortaçağcılıkla geçirmiş, Ortaçağcı mücadele ile geçirmiş, din devleti
heveskârları ile geçirmiş, bir Mustafa Kemal ve Kuvayimilliye düşmanı. Bunu
partiye getiriyorsun, yönetici yapıyorsun.
Amaç ne burada?
Kendisi
de (Kılıçdaroğlu da) apaçık söylüyor. “Biz 30’ların, 40’ların CHP’si değiliz”,
diyor.
Yani ne demiş
oluyor, arkadaşlar?
Hani halkımız
der ya; lafın tamamı ahmağa söylenir. Ya bizim İnönü’nün, Mustafa Kemal’in
CHP’siyle bir ilgimiz, bağımız yok, demek istiyor ama saflar uyanmasın diye bu
kadarını söylemiyor.
Sadece ne diyor?
“Bizlerin
30’ların, 40’ların CHP’siyle ilgimiz yok”, diyor.
Gerisini özgür
düşünen insanın anlaması gerekmez mi?
Anlaması gerekir
ama o eğitimle, o zihin yapısına sahip olmadığı için insanlar sorgulayamıyorlar
bunu. Sistematik düşünemiyor insanlarımız.
Diyalektik
Maddecilerin birinci ve sonuncu maddesi, özü nedir tek cümleyle, arkadaşlar?
Bir Dinleyici: Olanı olduğu gibi görmek.
Nurullah Ankut Yoldaş: Olanı olduğu gibi görmek.
Ne
demektir?
Bir; Olay
uydurmayacaksın, olayın aslı, orijinali neyse öylece göreceksin.
İki; sebep sonuç
ilişkileri içinde görmek, yani bağlamı içinde görmek.
Çünkü
hiçbir olay, gökten düşen göktaşı gibi küt diye bir anda ortaya çıkmaz. Bir
tarihsel süreç izler. Yani bir olaylar zinciri izler. Her olay aslında bir
zincirin bir halkasıdır. İşte o halka içinde görmek gerekir.
Ve
olaylar, baktığımız zaman toplumda, doğada mahşerîdir. Milyonlarca, milyarlarca
olaylar zinciri vardır. Bunlar birbirini etkiler. Etki tepki içindedir. İşte
ele alacağımız konuyu, olayı incelemek için, tüm bu bağlamıyla ve tarihsel
gelişim süreciyle değerlendirmemiz gerekir. Ancak o zaman olayı olduğu gibi
kavrayabiliriz. Doğru kavrayabiliriz.
Önderimiz
ne diyor?
Hiçbir şey
olaylardan daha önemli değildir, diyor.
Ve ne diyor?
Sosyalizm
olayların bilimidir, diyor. Yani olayları anlama, kavrama, yorumlama,
yönlendirme, sonuçlar çıkarma ve o sonuçlar doğrultusunda Tarihin istediğimiz
yönde, istediğimiz doğrultuda gelişmesi için mücadeleye girme bilimidir sosyalizm.
Bundan başka bir şey değildir.
Maalesef
eğitimimiz skolastik eğitim, dedik. Yani Ortaçağ mantığıdır Skolastik mantık.
Skola bildiğimiz gibi, İngilizce öğretmenlerimiz var burada, hani
school, schule hep buradan geliyor, Okul
demek, arkadaşlar.
Ortaçağda okul;
medrese demek, kilise okulu demek. Yani skolastik mantık demek kilise okulu
mantığı, Papaz mantığı, din adamı mantığı demektir.
Felsefe Tarihi
okuyan arkadaşlar bilir yahut ilgilenenler; Felsefe nerede, ne zaman ortaya
çıkmıştır?
Klasik çağda İyonya’da,
arkadaşlar.
İyonya
bildiğimiz gibi, Egeli arkadaşlarımız var burada, İyonya deyince; Aydın, İzmir
ve karşısındaki adalar bölgesine İyonya dile getirilmiş olur. Yani burada
ortaya çıkmıştır Felsefe ilkin.
İsa’dan önce
8’inci Yüzyıl’da.
Ama
İsa’dan önce 4000 yıl önce Sümer Medeniyeti var. Sümer tabletleri var. Gılgamış
Destanları var. Asur, Babil Medeniyetleri var. Bunların kanunları var,
kültürleri var, sanatları var, mitolojileri var. Öbür tarafta Hint’te, Çin’de
yine benzer düşünceler var.
Niye bunları
Felsefe olarak kabul edemiyoruz, arkadaşlar?
Şundan: Çünkü
her toplumun, insan formuna kavuşur kavuşmaz, dini tasarımları olmuştur. Dini
tasavvurları, tasarımları olmuştur. Ve buna bağlı olarak doğa ile
ilişkilerinde, gerçek sebepleri bulamadığı için, yakıştırma sebeplerden
kaynaklı Mitolojileri olmuştur. Yani doğa ilişkilerine ve çevre ilişkilerine
belli anlamlar yükleyerek, oluşturduğu bir açıklama sisteminden oluşan
Mitolojileri olmuştur.
Ortaçağ insanı, Antik Felsefe Çağı’nın çok daha gerisine düşmüştür
İşte bu zamana kadar gerek Sümer, gerek
Babil, gerek Mısır, gerek Hitit, gerek Asur, gerek Hind, gerek Çin
Medeniyetlerindeki düşünce sistemleri hep dini tasavvurların ve mitolojilerin
etkisi ve baskısı altındaydı. Bu bakımdan bunlara Felsefe diyemeyiz.
Felsefe denebilmesi için insanın bu
tasavvurları bir tarafa bırakarak doğayı, toplumu ve insanı anlamak için
özgürce sorular sormaya başlaması gerekir. Yani, din böyle diyor, mitoloji
şöyle açıklar bu konuyu dediğimiz anda, gerçekle bağımızı koparmış oluruz
tümden. Ve bu yöntemle olayları da kavrayamayız, anlayamayız. Ama olaylara akıl
erdirmek, yani doğanın ana maddesi ne, bu evren nereden gelip nereye gidiyor,
toplum ne, ideal toplum biçimi ne, insan nedir, insanı nasıl tanıyacağız gibi,
böyle aklımızı özgürce kullanarak sorular sormaya başladığımız anda işte
Felsefe yapmaya başlarız. İşte bu süreç ilk kez İyonya’da İsa’dan Önce 8’inci
Yüzyıl’da başlamıştır. İyonya’nın sönümlenmesi sonrasındaysa Atina merkezli
Eski Yunan şehirlerine yayılmıştır. Felsefe merkezi oralar olmuştur artık. Yani
İsa’dan önce Sekizinci Yüzyıl’la İsa’dan sonra Beşinci Yüzyıl arasındaki o
zaman sürecinde yaşanmıştır Antik Felsefe Çağı.
Ortaçağ insanları ise bundan geriye
düşmüştür, arkadaşlar. Yani o Klasik Çağ’ın Yunanlılarının özgür düşünce
anlayışından çok daha geriye düşmüştür.
Çünkü Ortaçağ’da insanlık
nereye varmıştır?
Derebeyileşme Konağına varmıştır.
Derebeyi düzeninde, toplumun derebeylerin
denetiminde ilelebet değişmeden kalması amaçlanır. Ve din de yani Katoliklik de buna göre şekillenmiştir.
Değişmez bir dünya ve değişmez bir toplum düzeni ortaya koyar Katolik inancı,
Hıristiyanlık.
Kilise Felsefesinde Ortaçağın ünlü
düşünürleri var; Aquinalı Thomas, Augustinus gibi, Aziz Augustinus gibi ama bunlar için gerçek nerededir?
Ya Antik Yunan’ın düşünürlerinde, Platon’da, Sokrates’te, Aristoteles’te
yahut da Kutsal Kitap’ta. Onun dışında gerçek aramak küfürdür. Öyle olunca
insanlık İlkçağ’dan bile geriye düşüyor Ortaçağ’da, kilise mantığında.
İşte bizde de okullar giderek bu hale
getiriliyor, arkadaşlar. Oraya değineceğiz zamanımız olursa, yani aynen Ortaçağ
kilise okullarına dönüştürülüyor yahut da Pakistan Peşaver’deki Taliban
medreselerine dönüştürülüyor okullar. Artık okul olmaktan çıkarılıyor. Mürit
yetiştiren, “İnanç İnsanları” yetiştiren Ortaçağ Medreselerine ya da kilise
okullarına dönüştürülüyor.
İnanç İnsanı ya da mürit, aklını
kullanmaz. Sebepler aramaz. Sorular sormaz. Çünkü ona göre gerçek, Kutsal
Kitaplardadır, Şeyhinin, Hocasının onun kafasına doldurduğu, yüklediği
dogmalardadır.
Bu özünde Medrese olan okullar, zerrece
gerçekle ve gerçeği bulmaya odaklı bilimle ilgilenmez. Hatta, gerçeği ve bilimi
düşman olarak görür. Aklı özgürce kullanmayı Şeytan işi olarak görür, reddeder,
korkunç şekilde zararlı bulur. Akıl, zeka, insanı dinden çıkarı, der.
İşte bu sebepten biz, Medrese ya da
kilise okullarının yetiştirdiği insanlara “İnanç
İnsanı” diyoruz. Ya da “Mürit” diyoruz. Ama, aklı özgürce kullanabilmeyi
temel prensip edinen ve gerçekten başka, gerçek sebeplerden başka hiçbir şey
önemli değildir, diyen ve insanları, gerçek sebepleri olayın içinde arayıp
bulmaya yönlendiren; yani bilim öğretilen okulların yetiştirdiği öğrencilere
ise “Us İnsanı”, “Akıl İnsanı” diyoruz.
Zaten de, 100-150 bin yıl önce ortaya
çıkan insanı adlandırmakta kullanılan “Homo
Sapiens” terimi de tamamıyla bu anlama gelir.
İnsanlık Ortaçağ’dan çıktı. Ama, ABD’nin
Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünü olan Tayyipgiller İktidarı ve onun sınıf temeli
olan Antika Tefeci Bezigân Sermaye Sınıfı ülkemizi yeniden Ortaçağ’ın karanlık
dünnyasına çekip götürmek istemektedir.
İnsanlık nasıl çıktı Ortaçağ’dan ve hangi
zorunlu sebeplerden dolayı çıktı?
Ona değinelim isterseniz biraz da: Ortaçağ’ın
sonuna doğru “burjuva” diye adlandırılan yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başladı.
Bu demektir ki, Ortaçağ tümüyle yerinde sayan, hiç ilerleme göstermeyen bir çağ
değildir. Hani hep deriz ya Tarih mecburen akacak, değişecek, gelişecek,
ilerleyecek. Onu durdurmaya hiçbir güç yetmez. Bu yeni sınıf, yani burjuvazi,
kendi gücünün yettiği bölgeleri ya da coğrafyayı sınırlarla çevirerek, “Burası
benim vatanımdır. Biz de bu vatanın ulusuyuz.”, demeye başladı. Her ülkenin burjuvazisi, belirli
sınırlar çizip o sınırlar içindeki iç pazarı ellerine geçirdiler. Ve iç pazarda
hareketlilik arttı. Yani meta alım satımı, halka ulaştırılması, arzı büyük önem
kazandı ve giderek burjuvazi güçlenmeye ve devlet yönetimini eline geçirmeye
başladı. Böylece de burjuva toplumları, burjuva devrimleri sonucu oluşan
kapitalist devletler ortaya çıkmaya başladı.
Bu devletlerde öncesinde olduğu gibi
“Basit Yeniden Üretim” değil, “Geniş Yeniden Üretim” hakim üretim yordamı oldu
ilk kez. Yani pazar için üretim yapılmaya başladı.
Toplumda yeni bir sınıf ortaya çıkmaya
başlayınca, dinde ve düşüncede de ona paralel olarak değişmeler ortaya çıktı. Protestanlık mezhebi doğdu.
Protestanlık, Hıristiyanlığın burjuva
dünya görüşünü temsil eden bir mezhep olarak doğdu, ortaya çıktı. Katolikliğe
göre çok daha aklı serbest bırakan bir mezhep. Ve bilim insanları ortaya
çıkmaya başladı, değil mi; Bruno, Galilei Galileo, yani gerçeği Kutsal
Kitap’ta arama değil, doğada arama arayışına girdiler. Böylece kutsal
kitaplarla çeliştiler.
Kutsal kitaplara göre evrenin merkezi
dünyadır. Daha önce de söyledik, arkadaşlar; Güneş, Ay dünyanın etrafında
döner. Birer nurdur yani. Kutsal kitapların evren anlayışı bu.
Siz buna içtenlikle inandınız mı, doğa
bilimi diye bir şey yapamazsınız. Kabul edemezsiniz zaten, orada bilimle de bir
ilişkiniz olmaz.
Kutsal kitaplara göre insanlık Âdem’le
Havva’dan doğmuştur, değil mi?
Ama biz tarihsel süreci incelediğimiz
zaman Âdem’in kaç bin yıllık diyorlar?.. Beş bin yıllık bir ömrü var. Beş bin
yıl önce ortaya çıktı Âdem’le Havva. Yani Kafkasya’dan aşağıya doğru Kürt
illerinden Irak’a doğru aşağıya indiler.
Cennet de neresi?
İşte buralar. Van Gölü ile Yukarı
Kafkasya arası. Cennet burası Tevrat’ta. Buradan aşağıya doğru indiler.
Onları aşağıya indiren neydi?
Tarımın ortaya çıkması.
Yasak
meyve de dikkat edersek;
buğday. Yani tarım ürünlerine
ihtiyaç olduğundan ve onların özleminden dolayı aşağıya indiler. Ama bugün
bilim, Kadın kitabımızda da incelemiştik (Nurullah Ankut burada kendisinin bir
konferansının çözümü olan; “Kadın:
İnsanlığa Geçiş-Tarih-Sosyalizm” adlı kitabından söz ediyor. Kurtuluş Yolu), “Modern
İnsanın Doğuşu” diye TÜBİTAK Yayınları’ndan kitabı okuyan arkadaşlar bilir,
modern insana yüz bin yıl önce ulaştı doğa.
Yani yüz
bin yıldır bizim formumuzda insan dünyada var. Son, yeni araştırmalar, bunu yüz
elli bine çıkarıyorlar. Olabilir tabiî…
Bizim idealistlerden, metafizikçilerden
bir diğer farkımız da şudur: Diyalektik Maddeciliğe göre kesin gerçek yoktur.
Olmuş, bitmiş, donmuş, değişmez gerçek diye bir şey yoktur. Gerçeklik sürekli
hareket ve değişim halinde, gelişim halinde. Donmuş gerçeği, kesin gerçeği
bulduk dediğimiz anda; bilimle ve özgür düşünce ile bağımızı kesmiş oluruz.
Kesin gerçek diye hiçbir şey yok doğada. Her şey durup dinlenmeden bir akış ve
değişim içindedir.
O bakımdan işte, yüz bin yıl önce var,
diyorduk, şimdi yeni araştırmalar ve bulgular yüz elli bin yıl önce de modern
insanın olduğunu ortaya koyuyor. Belki daha başka değişiklikler de olacak.
Yine Usta’mızın “Komün Gücü” adlı incelemesinde, arkadaşlar yakında
yayınlayacaklar, orada da göreceksiniz, biz de öyle okumuştuk, ilk insanın,
Pitekantrop İnsanın, yedi yüz bin yıl önce ortaya çıktığını ortaya koyuyordu.
Ama daha sonraki veriler ortaya koydu ki; bir milyon yedi yüz bin yıl, hatta en
son veriler, bugünkü Gürcistan’da ortaya çıkan birtakım bulgular, bir milyon
sekiz yüz bin yıl önce ilk insanın, Pitekantrop İnsanın, ortaya çıktığını
koyuyor. Yani bilimde kesin gerçek yok. Sürekli gelişme, değişme var…
Orhan Yoldaş’ımız, bizim gibi kanserle
mücadele ediyor, arkadaşlar bildiğimiz gibi. Belki duymuşsunuzdur, çok
arkadaşımız bilir, Orhan Özer Yoldaş’ımız,
liseden arkadaşımız, şu anda radyoterapi, kemoterapi tedavisi görüyor.
Görünüşünde, yani saçında kirpiklerinde kaşında bir dökülme olmadı. Ama
eskiden, kemoterapi olan yoldaşlarımız bilir, tümden tüm vücut kılları
dökülüyordu. Ama şimdi, daha etkili kemoterapi ilaçları ama hiç tüylere bir
zarar vermiyor. Yani bilim de durup dinlenmeden bir gelişim içinde.
Daha önce
de söyledim. Usta’mızla bizim kanserimiz aynı: Prostat adenokarsinomu. Ama PSA
denen marker deniyor, değil mi Mustafa Yoldaş, belirteç yani kanser belirteci o
zamanlar bilinmiyordu. Oysa çok basit bilinmesi. Hemen bir kan tahliliyle hemen
ortaya çıkıveriyor bu. Eğer o zamanlar bilinseydi, bilim bu aşamaya ulaşmış
olsaydı, Usta’mız bugün bile hâlâ bedence aramızda olacaktı. Organizmasının
diğer sistemleri son derece sağlıklı, kas gücü yerinde, yani tokalaşırdık çelik
gibiydi parmakları …
Arkadaşlarımızın bildiği gibi “Bin Kalıplılar” adlı bir çalışma
yaptık. Kitap olarak da yayımlandı bu çalışmamız. İşte o süreçte, Gün Zileli’nin
de kitaplarını dikkatle okuyup inceledik. Orada anlatır, Gün Zileli: “Bin
Kalıplı”yla Gün Zileli, evinde ziyaret ediyorlar Usta’mızı. Sonra da Göztepe
İstasyonu’na kadar yürüyorlar Usta’mızla birlikte. Arkasından yürürken
yetişmekte zorlanıyorduk, diyorlar. Gün Zileli bunu diyor. Hâlbuki o zaman Gün
Zileli yirmili yaşlarda, öbürü de otuzlu yaşlarda, “Bin Kalıplı” da sanıyorum.
Ayak uydurmakta zorlanıyorduk, diyorlar Usta’mıza. Ama aynı zamanda o çektiği
acıların ve verdiği mücadelenin kalın çizgileri yüzünde belirgindi, diyorlar.
Ama buna rağmen gücü kuvveti, hareketi yerinde Usta’mızın.
Biz de bir tesadüf sonucu prostat kanseri
olduğumuzu öğrendik. Ameliyat olduk ve işte altı ayda bir kontrole gidiyoruz.
“Amca bizim için bu değerler çok iyi, kontrole devam”, deyip gönderiyor genç
hekim asistanlar. Yani bilim de sürekli bir gelişim halinde. İleride kanserin
kesin tedavisi de bulunacak. Buna yüzde yüz eminiz. Belki çok basit bir şey
ama, bilim henüz onu çözemedi. Onu da çözecek… Yani kesin gerçek diye bir şey
yok hayatta.
Her şey durup dinlenmeden bir akış, bir
değişim ve gelişim içinde. Zaten Diyalektik Maddeciliğin özü de; evrenin,
doğanın, toplumun ve insanın bu gelişim sürecini ve kanunlarını ortaya
koyabilmek. Keşfedip, açıklayabilmek ve olumlu yönde bu gidişi etkileyebilmek,
yönlendirebilmektir. Bilimin amacı bu…
Marks’ın o ünlü söylemiyle; “Toplumdaki sosyal sınıf mücadelesi,
zorunlu olarak sınıfların ortadan kalkmasıyla sonuçlanacaktır. Yani insanlık,
kaçınılmaz bir biçimde eninde sonunda Sosyalizme varacaktır.”
Çünkü insanlık, bunu yaşamış bir milyon
yedi yüz bin yıl. Başka türlü de olamaz yani. Sosyalizm düşmanlığı, insanlık
düşmanlığıdır.
Bir kişi
Karun olsun, Firavun olsun, yüz binlerce insan ona hizmet etsin, böyle bir şey
olur mu? Böyle bir şey insanlığa sığar mı?..
Olmaz
böyle bir şey. İşte bütün bu Usta’larımızın; Marks’ın, Engels’in, Lenin’in
bütün amaçları, insanlık oraya varacak, bütün mesele, doğum sancılarını bir kısaltmak,
iki ılımlandırmaktır. O gidiş yolunu, en uygun yolu bilirsek, en kestirmeden ve
en kolay şekilde oraya gideriz.
Zaten metot da nedir?
Yol, demektir değil mi?
Arapçası?
Arap kardeşlerimiz var, usul değil mi?
Evet
arkadaşlar. Yol.
Metot da, Diyalektik Maddeciliğimiz de,
bizim mantığımızın, yani zihnimizin işleyiş kanunlarını ve onu pratik hayata
uygulama yöntemlerini ortaya koyan bilim demektir.
Bunu da Önderimiz didaktik bir şekilde,
dünyada bir benzeri daha olmamak üzere; “Diyalektik
Materyalizm Nedir? Nasıl Kullanılır? Ne Değildir?” adlı kitabında ortaya
koymuş durumda.
Çünkü Usta’larımız, o binbir uğraş
içinde, bu mantık ve metodumuzu sistemli bir kitap halinde ortaya koyma zamanı
bulamadılar. Bunu uzun hapislik yıllarında Önderimiz yaptı ve o zamanı, o
zindan yıllarında buldu.
Kendisinin deyişiyle; “Zindanları üniversiteye
çevirir” Kıvılcımlı Usta.
Gerçekten
üniversiteye çevirdi ve dünyada bir başka örneği olmamak üzere, Marks’ın,
Engels’in vasiyetini yerine getirdi; “Tarih
Devrim Sosyalizm” adlı anıt eseriyle. Yok başka, dünyada bilen yok. Keşfeden
de yok. Bu konuda bir araştırma yapan da yok.
Ne yazık ki
Sovyetler de Marks’ın, Lenin’in mirasına sorumlulukları oranında sahip
çıkamadılar. O yüzden onlarda da hiçbir bilimsel gelişme olmadı Lenin
sonrasında. Usta’mızın deyişiyle, “Marksist Kalpazanlar”a dönüştüler. Bilimler
Akademisi diye akademi kurdular ama yayınladıkları kitaplara baktığınız zaman,
ciddiyetsiz kitaplar, Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nin kitapları.
Hiçbir geliştirici, ufuk açıcı, yenileyici, kitapları yok. O konuya yeniden
vaktimiz olursa döneriz.
23 yıldır
Ankara’yı yöneten adamın tek marifeti, hayâsızca yaptığı hırsızlık ve vurgunlardır
Konular, olaylar
o kadar hızlı akıyor ki Türkiye’de…
Geçen
haftanın en önemli olaylarından biri de şuydu: Melih Gökçek istifa etti değil
mi? 23 yıldır Ankara’yı yöneten bir adam bu yahu.
Kim bu adam?
Yalan, dümen,
hırsızlık, vurgun hepsini hayâsızca yapmış bir adam, 23 yıldan bu yana.
Başka
nasıl bir adam?
İşte onun
da bir özelliği… Geçen, 13 Haziran 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden. Hani
Ege Denizi’nde Karaburun açıklarında, 6.2 büyüklüğünde bir deprem oluştu ya.
Bakın nasıl açıklıyor Gökçek depremi:
“Gökçek
komploya bağladı.
“Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek, meydana gelen depremin ardından twitter hesabında, ilginç iddialarda
bulundu. Depremin suni bir deprem olabileceğini öne süren Gökçek, FETÖ’yü
işaret etti ve “Söylediklerim kesin değil
ama kuvvetli ihtimaldir. Dış güçlerin Türkiye’ye şu ana kadar güçleri yetmedi
ancak bizi ekonomik ve siyasi olarak bitirmek için suni deprem kozunu kullanabilirler”,
dedi.”
Yani daha önce
de hatırlayacaksınız, 15 Temmuz Ganimet Paylaşım Savaşı sonrasında; “Feto, bu işleri cinleri aracılığıyla
yapıyor” diyordu değil mi, cinlerini kullanarak...
Yani o kadar
acıklı ki durumumuz, Ankara gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin başşehrinde, 23 yıl
bu adam belediye başkanlığı yaptı. Varın insanlarımızın düşürüldüğü hali
tasavvur edin. Yoksa özgür zihniyle düşünebilen ve insancıl ahlâka sahip
insanlar buna tahammül edebilir mi?
Edemez.
Ama uyuşturuluyor işte insanların zihinleri. Öylesine ayrıştırılıyor ki,
kendilerinden olmayan herkes dinsiz, kâfir.
Hani bunların
hocası Molla Necmettin de aynı şeyi
söylüyordu değil mi; “bizden olmayan
patates dinindendir”, diyordu. Aynı onun yetiştirmesi bunlar.
Böyle
olunca bu adamların yaptığı her türlü kanunsuzluk, ahlâksızlık, vurgun, ihanet,
onlara batmıyor. Hz. Muhammed’in Kur’an’da işaret ettiği, “Allah’la aldattılar”
insanları. Gerisinin hiçbir önemi olmuyor ve o insanlar hayvandan çok daha
aşağı durumlara düşüyorlar.
Hayvan, gerçekten
sizin sevip sevmediğinizi bilir. Beden dilinizi okur, gözlerinize bakar. Anlar
sevip sevmediğinizi. Severseniz size yaklaşır. Sevmezseniz sizden kaçar. Ama
insanı Allah’la aldattın, zihnini uyuşturdun mu, hayvandan çok daha geri duruma
düşürebiliyorsunuz.
Üniversitelerimiz
bilim yuvaları olmaktan çıkarıldı, Ortaçağ karanlığı yayan odaklar oldu
Yine geçen
haftanın önemli olaylarından biri daha, değil mi? Dikkatinizi çekmiştir.
Haberlerinden biri diyelim... Aslında en önemli olaylarından bence… “Şeytan’la savaşacak doçent” aranıyor,
değil mi arkadaşlar? Ne yazık ki bu da bizim ülkemizde, şehrimizde diyelim,
Karaman’da, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesinde. İlanı bu üniversite
veriyor:
“Karaman’da bulunan Karamanoğlu Mehmet
Bey Üniversitesi, önceki gün 11 yeni akademisyen alımı için hem üniversitenin
resmi internet sitesi üzerinden duyuru yaptı hem de Sabah gazetesine ilan
verdi.
“Üniversitenin çeşitli bölümler için
aradığı akademisyenler için istenilen ayrıntılı yeterlilikler ise dikkat çekti.
Üniversite yönetimi, İslami İlimler Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü
için aradığı yardımcı doçentlik kadrosu için “Kur’an ve Sünnet rehberliğinde şeytanla mücadele edecek insan eğitimi
üzerine çalışmaları olmak” şartı getirdi.”
Ve bu konuda
doktora tezi yapan da Mustafa Çoban
adlı bir şahısmış, değil mi? Şu anda, Maraş Sütçü İmam Üniversitesinde güya
akademisyen.
Bu tezi de
nerede vermiş?
Ne yazık ki
Konya Selçuk Üniversitesinde…
(Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek...)
Okullarımız Taliban yuvası Peşaver Medreselerine döndürülüyor
Yine geçen
haftanın haberlerinden biri. Diyanet İşleriyle Milli Eğitim Bakanlığı
anlaşıyorlar, öğrencilere Umre turu düzenliyor Diyanet İşleri Başkanlığı.
Artık dedik ya,
okullar bilim yuvası olmaktan tümüyle çıkarıldı. Aynı Taliban yuvası Peşaver
Medreselerine döndürülüyor, diye. Öyle…
Şimdi bu
insanların yönettiği ülkede ve bu okullarda bilim gelişir mi?
Gelişmez.
Zaten bunlara
göre bilim demek, Yezid dinciliğinin 1400 yıldan bu yana üretilen safsatalarını
genç insanlara, yeni diye sizlere aktarmak demek. Bilim bundan ibaret bunlara
göre. Onun dışındaki her şey küfür. Bilimi buna indirgemişler bunlar. Öyle
olunca modern dünyayla, modern toplumla ve modern bilimle tüm bağlar
koparılıyor.
Yine geçen hafta
gördüğüm bir paylaşım. Selma Gümüş
Yoldaş’ımız paylaşmış, Erdal
Sarızeybek’in sitesinden. Erdal Sarızeybek, içtenlikli bir Atatürkçü
bildiğimiz gibi. Sosyal medyasını ve sitesini de çok aktif kullanıyor. Bu
istatistikî verileri derlemiş. Haber şu:
“Dünyanın en iyi ilk 500’ünde Türk
üniversitesi yok.”
Yani bilimsel
ölçütler baz alındığında, ilk 500 üniversite arasında giren bir tek Türk
üniversitesi yok. E, o zaman üniversitelerimizde bilimin kökü kurutulmuş. Koca
ülkede, 80 milyonluk ülkede, o kadar üniversite var, şu anda sayısı herhalde
180 mi oldu, 200’e mi ulaştı, eğitimci yoldaşlar daha iyi bilirler.
Bir Dinleyici: 217.
Nurullah Ankut Yoldaş: 217 oldu demek ki... Devlet ve özel olmak
üzere…
Ama bunlar artık
bilim yuvası falan değil. İşte Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi gibi artık.
Bunların üniversiteyle okulla bir ilgisi yok. Bunlar medrese. ODTÜ de giremiyor
tabiî bu listeye. Onu da dönüştürdüler, değiştirdiler. Giremiyor.
Ama
diyor, “Türkiye’nin utanç verici
dereceleri var dünyada: İnsan hakları ihlalinde dünya birincisi.”
E, öyle olursun
tabiî. Bilimle bağı koparırsan, Yezid dinini egemen mezhep olarak hâkim
kılarsan, böyle olursun…
Bunlardaki
vicdan ne mi, vicdanı görmek mi istiyorsunuz Tayyipgillerde?
Bir tek olaya
bakmamız yeterli: Kerbela’ya bakacağız.
İşte bunların vicdanı!
Hepsi, tümüyle
aynı Yezid’in ve komutanlarının vicdanına sahip. Eğer ona vicdan denirse…
(Alkışlar...)
Din devletine götürülürken ülkemizin düşürüldüğü içler acısı durum
Bunlarda acıma
diye bir şey yok. İnsan sevgisi diye bir şey yok. Dürüstlük, mertlik diye bir
şey yok. Satarlar birbirlerini, gözlerini kırpmadan satarlar... Dikkat edersek
hep satış üzerine geldiler bugüne kadar. Hiçbir insani değer taşımazlar.
Bunları söyleyip yazdığımız için hakaret ediyor, diye yargılıyorlar, değil mi?
Bin defa
yargılasınlar!
Gerçekleri
söylemekten geri duracaksak…
Usta’mız ne
diyor; “Vatan aşkını söylemekten korkar
hale gelmektense, ölmek yeğdir”, diyor, değil mi arkadaşlar?
Hiç kimse
korkutamaz bizi!
(Alkışlar...)
Hiç
heveslenmesinler, onların kendi mahkemelerinde tekrar tekrar yargılayacağız ve
mahkûm edeceğiz onları.
(Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek...)
Savcıları
karşısında yargıladık bugüne kadar. Avukat Yoldaşlarımızın da tanık olduğu gibi,
bizi sorgulayan savcılar ve onların yanında yetişen stajyerler de bizim
haklılığımıza ikna oldular. Biz burada anlattığımız gibi anlattık bunların
içyüzünü ve hiçbiri itiraz edemedi.
Ama dedik
ki, gençlerdi, dava açın size kıyamam. Açmazsanız meslek hayatınızı bitirirler.
Başınıza olmadık felaketler getirirler bunlar, o zaman ben daha çok üzülürüm,
dedim. Açın davayı, biz kurbanlık koçuz. Biz bu yola kaydı hayat şartıyla,
kendimizi vakfederek çıktık. Açın, mahkemelerinde hesaplaşırız onlarla biz,
dedim. Açtılar, korkularından açtılar. Başka türlü davranamazlıkları var.
Bunlar da; hayır biz korkmuyoruz, diyemediler.
“Tutuklu gazeteci sayısında dünya
birincisiyiz.”
Şimdi bunlar
tıpkı Ortaçağ’ın Engizisyon mahkemeleri gibi, kendilerine tık diyen olduğu
anda, hemen, artık kendilerinin bir aracı, bir sopası, bir cezalandırma
mekanizması haline getirdikleri mahkemeleri öne sürüyorlar. Ve sizi oralara
gönderiyorlar. Aynı Ortaçağ’da da durum böyleydi değil mi? Kutsal kitaba aykırı
bir şey söylediğiniz anda, hemen; dinden çıkmış, kafir olmuş diye Engizisyon
mahkemesinin karşısında buluyordunuz kendinizi ve af dileseniz dahi sıradan
ölümle karşılaşıyorsunuz. Af dilemezseniz, işkencelerle öldürülüyorsunuz. Bunlar
da benzeri yolda gidiyorlar işte…
O yüzden
yayınlanan kitaplarımızın birinin adı da nedir, arkadaşlar?
“Kaçak Saraylı Caligula Din Devletine
Giderken”, değil mi?
Evet…
“Kadın cinayetlerinde dünya
birincisiyiz.”
Evet, ne acı,
değil mi?
Ama işte hep
söylediğimiz gibi, Tayyipgiller’e oy veren erkek ve kadın seçmen nüfusunu
kıyasladığımız zaman, kadınlar en az 5-6 puan daha önde oluyorlar. Yani
kadınlar bu kadar zulüm, bu kadar işkence, bu kadar taciz görüyorlar ama buna
rağmen cellatlarına daha çok sahip çıkıyorlar.
Niye?
İşte Allah’la
aldatılıp zihin tahribatına uğratıldıklarından dolayı. Bundan dolayı,
arkadaşlar… Açıklaması bu.
“Çocuk işçiliğinde dünya ikincisiyiz.”
Ne acımasızlık
yani...
Çocuk işçiliğin
ne olduğunu ben de çok iyi bilirim. İlkokuldan sonra kiremit fabrikasında
çalışmaya başladığım için.
“Çocuk taciz ve tecavüzlerinde dünya
ikincisiyiz.”
Ya bu nasıl bir
din yahu? Çocuk taciz ve tecavüzlerinde dünya ikincisiyiz. Bu ne biçim din?
İşte bu Yezit
dini, arkadaşlar. Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın dini bu değil.
Hz. Muhammed,
daha önce de söyledim; “İslamiyet, güzel
ahlâktan ibarettir”, diyor.
Yani diğer tüm
dini ritüellerin amacı, insanı güzel ahlâklı kılabilmek içindir.
Ve “İnsanların hayırlısı nedir?” diye
sorulduğunda, cevap tek: “İnsanlara
faydalı olandır.”, diyor.
Yoksa çok namaz
kılan, çok oruç tutan vs. demiyor. “İnsanlara faydalı olandır.”, diyor.
Bunların bu
dinle zerre kadar olsun ilgileri var mı?
Hayır.
Öyleyse bunların
dini; Muaviye-Yezid dini. Kerbela
zalimlerinin dini, bunların dini. Başka hiçbir şey değil. Buna bir de bugün
işte CIA-Pentagon İslamı deniyor.
IŞİD’in dini, IŞİD’in vicdanı...
İnsanın kanını
donduran katliamlar yapıyorlar, değil mi?
Tayyip’in şu an
işbirliği halinde olduğu bir Ortaçağcı örgüt de Suriye’de, 13 yaşında çocuğu,
boynunu keserek katletti, değil mi?
Bunu da kayda
alıyorlar ve internette yayınlıyorlar.
Bunlara insan
denebilir mi yahu?
Hayır, bunlar ne
dindar, ne de insan.
Bunlar hep
dediğimiz gibi dördüncü tür bir yaratık. Hiçbir hayvan böyle zalim olmaz.
Dördüncü tür yaratık bunlar ve bunların yönetici kadrosuna baktığınız zaman
tümü psikopatlardan oluşuyor.
Psikopatların
belirli özelliği, belirleyici özellikleri vardır, biliyorsunuz. Asla empati
yapamazlar. Yani kurbanının duyduğu acıları asla hissetmezler. Acıma diye bir
duyguları yoktur. Kendileri her daim haklıdır psikopatların.
Yani bakın,
tamamının bu özellikleri taşıdığını görürsünüz.
“Gelir dağılımı adaletsizliğinde dünya
üçüncüsüyüz.”
Demek ki,
böylesine hayâsızca bir sömürü ve zulüm var ekonomik olarak insanlarımıza uygulanan.
“Yolsuzluklarda dünya üçüncüsüyüz. İşçi
ölümlerinde dünya üçüncüsüyüz. Çocuk gelinlerde dünya üçüncüsüyüz.”
İşçi ölümlerinde
Avrupa’da ise birinciniz.
İşte bütün bu
dincilik, bu sonuçlar ortaya çıksın diye yapıldı 1950’den bu yana, hatta 46’dan
bu yana. ABD, tüm İslam ülkelerini, bu sonuçları ortaya çıkarabilmek için “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamına aldı.
İnsanları insanlıktan çıkarabilmek, insani, vicdani değerlerin tümünden
arındırabilmek için insanları bu proje kapsamı içine aldı.
Değerlerini satanların geleceği yoktur
Salona girerken
saygıdeğer Milli Eğitim Bakanımız Hasan
Ali Yücel’in resmini gördüm, duygulandım. Can Yücel’in babası bildiğimiz gibi, sevimli şairimizin.
Ve ne der Can
Yücel:
“Ben hayatta en çok babamı sevdim.”, der, değil mi?
İşte
emperyalizm, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra öylesine bir abluka
uyguladı ki Türkiye’ye, İsmet Paşa gibi bir Kuvayimilliye komutanına bile, bir
anlamda diz çöktürdü, arkadaşlar. Kendi kurduğu Köy Enstitülerini kapattırdı.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü kapattırdı İsmet Paşa’ya. Yüksekokul düzeyindeydi
biliyorsunuz, Hasanoğlan Köy Enstitüsü. Diğer bütün Köy Enstitülerinin bilimsel
denetimini, desteğini sağlayan, onları himaye eden bir Eğitim Enstitüsü
konumundaydı, Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Ankara yakınlarında.
Hasan Ali Yücel
ve İlköğretim Genel Müdürü, tüm öğretmenlerin Tonguç Baba’sı, İsmail Hakkı
Tonguç, ondan sonra İsmet Paşa’yla bir kere olsun görüşmeyi kabul
etmediler.
İsmet Paşa ondan
sonra art arda dinci başbakanlar getirmeye başladı, değil mi?
Bir Dinleyici: Şemsettin Güner.
Nurullah Ankut Yoldaş: Şemsettin Güner, evet. Ama bu kendini
kurtaramadı, iktidarını kurtaramadı.
Oysa ne yapması
gerekirdi?
Kararlılıkla Kuvayimilliye değerlerini
savunması gerekirdi. Ama dik duramadı, eğildi ABD Emperyalistlerinin saldırısı
karşısında. 27 Mayıs’taki kısa süre iktidarı dışında, ondan sonra iktidar yüzü
de göremedi.
Yani,
inançlarınızı ve değerlerinizi satılık meta gibi satarsanız, geleceğiniz yoktur.
Kuvayimilliye
Komutanı da olsanız sonunuz hüsrandır.
(Slogan: Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi...)
Emperyalistler
kendi ülkelerinde kanunlara uyar, sömürüp talan ettikleri ülkelerde ise kanun
tanımaz
Yolsuzluklarda
dünya üçüncüsüyüz deniyor ya, arkadaşlar. Emperyalistler, kendi ülkelerinde,
kendi iç işleyişlerinde buna izin vermezler. Ama bizim gibi sömürge,
yarısömürge ve uydu ülkelerde tam tersi bir politika uygularlar. En ahlâksız,
en düzenbaz, en hırsız, en hainleri devşirip iktidara getirirler. Yoldaşlarımız
hatırlayacaktır, daha önce de kitabından aktarmalar yapmıştım. Mustafa Yıldırım, sevdiğim araştırmacı
yazarlardan biridir. Sağ olsun bazı kitaplarını imzalayarak bize de gönderdi
değil mi, Gürdal Yoldaş? Gönderdi, arkadaşlarımız iletti.
Bu değerli
kitabının (Ortağın Çocukları)
kapağının altında yazıyor, arkadaşlar:
“İlkesel amacımız, uygun
liderlerin ortaya çıkmalarını ve programdan geçirilerek Batı’ya bağlanmalarını
sağlamaktır. CIA.”
Demek ki en
önemli görevlerinden biri de neymiş CIA’nın?
“İlkesel
amacımız”, diyor. Yani prensip düzeyindeki “amacımız, uygun liderlerin ortaya
çıkmalarını”; yani devşirilmesini, keşfedilip devşirilmesini ve programdan
geçirilmesini ve Batı’ya bağlanmalarının sağlanmasıdır, diyor. Yani hizmetimize
alınmalarının sağlanmasıdır.
Daha önce de
örnekler verdik, Türkiye’deki liderler böyle mi, arkadaşlar?
Şimdi yolsuzluğa
kısaca değinip, buraya gelelim.
Emperyalistler,
kendi ülkelerinde eğer böylesine yolsuzluğa batarlarsa, emperyalizmce geri
kalırlar, rekabet edemezler, teknolojiyi geliştiremezler, üretimi artıramazlar.
Diğer emperyalist bloklarla yarışamazlar. O yüzden kendi ülkeleri içinde,
kanunlarına harfiyen uyulmasını sağlarlar. Hiç göz yummazlar.
Almanya
Cumhurbaşkanı, bir uçak biletinden dolayıydı, değil mi? Uçak bileti kullandı,
evet, görevinden oldu. İki yüz elli euro altı üstü.
Yine Fransa
Başbakanı değil mi arkadaşlar? Ne yapmış?
Düşük faizli
kredi almış, ev almak için sanıyorum. Evet, istifa etti, mesleği bırakmak
zorunda kaldı.
İşte yine bir
haber. İsrail Başbakanı Ehud Olmert…
Dünyada diyoruz
ya, ABD’nin üç stratejik ortağı var, başka da asla yok ve olamaz: Kanada, İngiltere, İsrail.
Diğerleri, tümü hasım kategorisindedir.
Hatta zaman
zaman İngiltere’yi bile hasım kategorisine alır. İrlanda meselesinde dikkat
edersek, IRA’yı destekledi, bir
süre. Sinsice böyle dolaylı yoldan İngiltere’yi terbiye edebilmek için. Ama
Kanada ve İsrail tam biat halindedir.
O yüzden
İsrail’de de bu kanunlar geçerlidir. Orada da ülke sınırları içinde yolsuzluğa
asla müsaade edilmez:
“Ehud Olmert hapishaneden çıktı.
“Rüşvet aldığı gerekçesiyle tutuklanan
İsrail eski Başbakanı Ehud Olmert şartlı salıverilmesi yönünde alınan kararın
ardından serbest bırakıldı. 71 yaşındaki Olmert, başkent Tel Aviv
yakınlarındaki Ramle şehrindeki Maasiyahu hapishanesinden 16 ay yattıktan sonra
serbest kaldı. Olmert, Kudüs Belediye Başkanı olduğu dönemde rüşvet almaktan
2014 yılında suçlu bulunmuştu. 6 yıl hapis cezasına çarptırılan Olmert, kararı
temyize götürmüştü. Olmert’in cezası 19 aya indirilmişti.”
Tabiî rüşveti de
faiziyle birlikte ödetiyorlar.
İşte o yüzden
İsrail zaman zaman övünüyor, diyor ki, Ortadoğu’da demokrasi uygulayan tek
devlet biziz. Aslında demokrasi filan değil uyguladığı. Siyonist devlet ama kendi içinde kanun
devleti. Kanunsuzluğa izin vermiyor kendi içinde.
Ama tüm İslam
ülkeleri tam tersi… Batı’ya kul ve uşak, içeride halkına karşı despot, zalim,
her türlü hırsızlığı, vurgunu yapmakta, kamu malını çalmakta, insafsız...
Öyle olunca,
Türkiye gibi bir ülkenin bile teknoloji ürünü bir tek fabrikası yok.
Emperyalizm de zaten izin vermez buna.
Bir Dinleyici: Yerli otomobil.
Nurulla Akut Yoldaş: Evet, ona bile izin vermiyor. 27 Mayıs
Politik Devrimi sonrasında 6 ayda, Türk mühendisler yerli otomobili yaptı ama
hemen bloke ettiler, bildiğimiz gibi. Kaldı ki bir 25 yıl, Eskişehir Devlet
Demir Yolları Müdürünün makam aracı olarak hizmet etti, bu otomobillerden biri.
Evet müzede o araba şimdi. Ama izin vermez. Gelişmesini istemez.
Ee sen hırsızlık
yap, vurgun yap, bizim taşeronumuz ol, bizim montajcımız ol yeter, senin
görevin bu. Onun için bu, arkadaşlar.
Hani CIA diyor
ya, devşirmek, programdan geçirmek…
Bakıyoruz,
CHP’de var, işte “TR-705”.
Faruk Loğoğlu vardı değil mi, dış politikadan sorumlu?
TR kaçtı? Onun da bir TR numarası vardı, değil mi? Programdan geçirilmiş. Daha
da var…
HDP’ye
baktığımız zaman, Demirtaş eşiyle
birlikte programdan geçiriliyor. Adı da: “Uluslararası
Liderlik Ziyaretçi Programı”.
Bakın nasıl
usturuplu, afili adlar koyuyor CIA. Programdan eşiyle birlikte geçiriliyor.
TR-705’i de eşiyle birlikte programdan geçiriyor ve bağlıyor kendine.
Şimdi bunları
söylediğimiz zaman vay öbürü diyor, Kürt düşmanlığı…
Yok arkadaş, biz
ABD hizmetkârlarına düşmanız. Türkmüş, Kürtmüş hiç fark etmez bizim için.
Kim ABD
hizmetkârı, uşağı ise ona düşmanız biz!
Çünkü onlar,
Türk Halkının da Kürt Halkının da en ağulu düşmanları arasındadır. Tam tersine,
Türk Halkının olduğu gibi Kürt Halkının da en içten, en kararlı dostu ve savunucusu
biziz!
(Alkışlar... Slogan: Kahrolsun
Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği...)
Türk
milliyetçisini oynayan MHP’nin kurucusu, kendi deyimleriyle “Başbuğ”ları; Türkeş, biliyorsunuz, dünyada Kontrgerilla eğitiminden ilk
geçirilen birkaç kişi arasındadır. Daha 1940’lı yıllarda… Yani Kontrgerilla’nın-Süper
NATO’nun-Gladyo’nun eğitiminden geçirilmiş ve kendisine bağlanmıştır. Ve
1965’te gelip “Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi (CKMP)”yi ele geçirmiştir. Osman
Bölükbaşı’nın partisiydi o zaman. Sonra adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirdiler.
Görevi neydi bu
partinin?
Devrimci, antiemperyalist, laik,
Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal geleneğine sahip gençlere karşı Kontrgerilla’nın
paramiliter gücü olarak savaşmak.
Ve bu görevi 12
Eylül Faşist Diktatörlüğüne kadar son derece başarılı bir şekilde yerine
getirdiler. Binlerce masum devrimci genci katlettiler.
İşte Maraş Katliamı… 111 ihtiyar, genç,
çocuk, Alevi insanımızı bir gecede katlettiler. Satırlarla… Aynı IŞİD
zihniyeti. Silahla, bıçakla, satırlarla. Ve Çorum, Sivas Katliamları... Bunlar toplu
katliamları.
Bir de öbür
tarafta tek tek devrimci ve namuslu bilim insanlarını katlettiler; Ümit Kaftancıoğlu gibi, Cavit Orhan Tütengil gibi, Bedrettin Cömert gibi, Kemal Türkler gibi… İşçi önderi,
namuslu DİSK önderi. Doğan Öz, evet.
Namuslu savcı. Doğan Öz de Kontrgerilla’nın bir faşist darbe hazırladığını
keşfediyor değil mi? Onun üzerine katlettirdiler.
Yani bunların
milliyetçiliği filan tamamen sahtekârlık, halk düşmanlığı. Altında hiçbir şey
yok.
Şimdi
kalkıyorlar, orada on yıllarını geçirmiş bir kadın milletvekilini, İçişleri
Bakanlığı yapmış değişik partilerde, Çiller’in partisinde değil mi, Meral
Akşener’i, parti kurdu diye, yeni bir şeymiş diye insanlarımızı bunun peşine
takmaya çalışıyorlar.
Yahu
Kontrgerilla’nın adamı bu ya! Bundan ne beklenir. Onlarca faili meçhul cinayet
bunun İçişleri Bakanlığı döneminde işlenmedi mi?
İşlendi. Ee
şimdi nesi yeni bunun?
Hayır, yeni bir
şey yok. Bir oyun bu.
Zaten o kadar
açık oynanıyor ki oyunlar artık, millet ahmağın da ötesinde eşek yerine
konuyor. Başdanışman atıyor kendisine değil mi.
Kimdi, neydi?
Selda Tandoğan.
Pekiyi kimdir bu
kişi?
“Denge ve Denetleme Ağı”nın temsilcisidir.
Bu oluşum kime
bağlı?
NED, yani “National
Endowment For Democracy”ye
Evet. CIA’nın
yan örgütlerinden “Ulusal Demokrasi
Vakfı”nın Türkiye’deki şubesi, bu kadının yöneticisi olduğu dernek ve
ortaya çıkan rakama göre 700 bin dolar bu dernek tarafından fonlanmış.
Ee, şimdi bunlar
durup dururken insanların bulabileceği kişiler değil.
Bunlar nereden
yönlendiriliyor?
Yukarıdan
yönlendiriliyor. Yani gariban, çilekeş Müslümcülerin, Müslüm Baba’larının
şarkılarına damardan bağlandıkları gibi, CIA damardan bağlıyor bu yeni
Kontrgerilla Partisini. Yani doğrudan özel hat kurulmuş oluyor, nasıl
davranacağı konusunda. Hata yapma, diyor yani.
İnsanlar bunu
göremiyor. Yazıktır, acıdır, bazı içtenlikli, Ataol Behramoğlu gibi namuslu
şairler bile, bunu övüyor; olumlu bakıyor buna.
Ama işte, şair
olmak, sağlıklı düşünme yapısına sahip olmak demek değildir. Zihin hasarı orada
da var. Sistemli düşünemiyor. Duygu çatlatırsanız şair olursunuz. Şairliği
küçümsediğimden filan değil ama şairler duygu adamıdır. Mantık, us adamı
olursanız şair olamazsınız.
Kıvılcımlı ve Marks Ustalar bilim
insanıdır:
Şiirlerinde gerçekçilik,
duygusallığın önüne geçer hep
Mesela Kıvılcımlı için “şair” dendi. Ben katılmıyorum Usta’mın şairliğine. Usta’m mantık
ve bilim insanıdır. Şiirlerinde bir şiiriyet de göremiyorum ben.
Marks’ın da şiirleri var. Orada da bir şiiriyet göremiyorum.
Zaten iyi şair
olursanız, iyi bilim insanı olamazsınız. Böyle bir çelişki var hayatta. Çünkü
iyi duygu insanı olursanız, duygularınızın yönetiminde kalırsınız, etkisinde
kalırsınız. Gerçeklerden koparsınız. Gerçeği tam olarak göremezsiniz,
atlarsınız gerçekleri.
Bu arada bir
çağrışım oldu yine, anımı hatırlatayım, aktarayım sizlere.
Önderimizin halı
dokuması da var değil mi resim, ufak böyle portre halinde halılar var. Kendi
resmini işlemiş; duvarda, evinde asılıydı odasında.
Aynen
anlatımı şu oldu: “Akşama kadar okuyunca, kafa oluyor kazan”, dedi. Aynen kendi kullandığı kavram da
bu: “kafa oldu kazan”, dedi. “Onu biraz boşaltmak için işte bu işlere baktık.
Bunlarla da biraz uğraştık, , kafamızı dinlendirelim diye.”, dedi.
Yani Usta’mızın
edebi yönü, sanat yönü, ressamlık yönü hep bu baptadır. Kafasını dinlendirmek
içindir, özel ilgi alanı olarak uğraşmaz.
Marks’ın da
şiirleri derlendi, Türkçede de yayımlandı. Sait Yoldaş cilt olarak sağ olsun
gönderdi. Ben okudum, inanın bir tek şiire rastlamadım. Ama o da doğal. Bu da
son derece doğal ve tutarlı; şairlik ayrı şey, bilim insanı olmak, devrimci
önder olmak apayrı şey...
Ama biz duygu
taşımaz mıyız?
Muhakkak ki,
yani duygular bakımından bizler son derece güçlüyüz, gelişkiniz ama
duygularımızı hep mantığımızın, metodumuzun ve bilimimizin denetiminde tutarız.
Acı çeken insanlar gördük mü, kahroluruz. Yüreğimiz yanar, içimiz parçalanır.
Mesela geçen
hafta, baktığımız sokak kedilerinden biri öldü. Anneydi, yeni doğum yapmıştı.
Aradık, bir gün sonra yavrularını bulduk. Beş yavru, daha 15 günlük filan...
Uçurumdan, bir buçuk iki metreye yakın bir uçurumdan inip kurtardım, yuvadan
aldım. 15-20 gün baktık ama yaşatamadık. Anne sütü emmeyince, bağışıklık
sistemleri gelişemiyor. Bayağı büyüdülerdi, ama üç gün içinde arka arkaya
ölüverip gittiler. Kitaplık olarak kullandığım odamdalardı.
Evin diğer
tarafında da kuyruklu torunlar bol olduğu için, yemek yerken hemen gelirler.
Bizimle de paylaş yemeğini diye… İyi birader de biz hiçbir şey mi yemiyelim?
Ben sizin yediğinizi paylaşıyor muyum? diyorum. Bırakın bunu da biz yiyelim…
Ama anlamıyorlar, ondan bize de ver, diyorlar. O yüzden kitaplık odamda gidip
yiyorum.
Şimdi oraya
girince hüzünleniyorum, arkadaşlar. Oradaki sesleri, karton kutudan tırmanarak
çıkışları... Eşim enjektörle yeni doğmuş bebek mamasıyla besledi. Onu emerkenki
hareketleri hep gözümün önüne geliyor, hüzünleniyorum. Gömerken de
gözyaşlarımızı tutamadık ikimiz de. Yani onlara bile üzülür, ağlarız.
İnsanların acı çekenini gördük mü zaten hiç dayanamayız.
Hani Che de der ya yoldaşlar; “Dünyanın herhangi bir yerinde olan bir
haksızlık karşısında öfkeden tir tir titriyorsanız, o zaman yoldaşız demektir
ki bu her şeyden önemlidir.”, diye.
Bütün mesele
burada yani…
AKP’nin ABD yapımı proje partisi olduğu defalarca belgelendi
Şimdi AKP’ye
gelirsek, arkadaşlar.
15 yıldan bu
yana, Türkiye’de durup dinlenmeden tahribat yapıyor, ihanet yapıyor ve kamu
malı hırsızlığı yapıyor.
Ve bunun bir ABD
projesi olduğu defalarca maddi kanıtları ile ortaya kondu.
İlk ortaya koyan
kimler, biliyorsunuz; Abdurrahim Karslı,
değil mi?
Daha önce yazıldı gerçi, Mehmet Bölük tarafından, Ergün Poyraz tarafından, Soner Yalçın tarafından, Merdan Yanardağ ve Mustafa Hoş tarafından. Ama Abdurrahim
Karslı somut olay anlatarak bunu belgeledi.
Amerikalılar geliyorlar
doğrudan anlaşma yapıyorlar. Erbakan buna yanaşmıyor.
Diyorlar ki
Erdoğan’a; biz seni iktidara taşıyacağız. Sen, bir, BOP’un hayata geçirilmesinde rol alacaksın. İki, İsrail’in bölgesel düşmanlarının
ortadan kaldırılmasında görev alacaksın. Üç,
İslam’ın içinin boşaltılarak tam bir CIA İslamı haline getirilmesinde rol alacaksın.
Bu konuda anlaştı, diyor Erdoğan, Abdurrahim Karslı.
Abdurrahman Dilipak’ı da şahit gösterdi. O da itiraf etti,
evet öyle oldu, öyle bir anlaşma yapıldı diye. Bugün hâlâ Tayyipçi.
Sonra Barış Yarkadaş açıkladı, videosunu
yayınladık, koyduk. Aynen Amerikalılar geliyorlar bu teklifleri yapıyorlar.
Şimdi İlhami Yoldaş’tan rica edelim. Bir de Mustafa Yoldaş’ımızın hemşehrisi,
Karslı Erol Mütercimler, bir
televizyon programında bunu somut verisiyle birlikte anlatıyor. Herhalde kısa
bir video. Onu izleyelim, bir kere daha somut belgesiyle ortaya koymuş ve biz
de izlemiş olalım, görmüş olalım, yoldaşlar.
***
Erol Mütercimler’in Konuşmasının Tapesi:
Gülgün
Feyman Budak: Şimdi not
almıştım da, yeri gelmişken. O da ışıklar içinde uyusun, Münci İnci. Önemli bir figürdü.
Erol
Mütercimler: Yahu bak
çok iyi geldi aklına, bir şey söyleyeyim sana, izleyiciler de duysun bunu. Recep
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye başbakan olacağını ilk defa duyduğum yer Münci
İnci’nin evidir. Avukat Münci İnci’nin evi. 24 Ekim 1999. Bak sahneyi
anlatayım. Münci Bey beni aradı.
İlişkimiz nereden?
İnter Medya Grubu’ydu onun, ben o zaman
onların yayın danışmanlığını yapmıştım. Orada bir yedi sekiz ay birlikte
olmuştuk ve Haber Ekstra dergileri çıkarıyorduk, üç ekonomi dergilerini. Tâ
oradan ilişkim var.
Bana telefon açtı, dedi ki, biz, dedi,
Tayyip Bey’in medya sponsorluk danışmanlığını aldık ama ne olduğunu çözemedik.
(Nail Keçili ile birlikte yapıyorlar bu işi.) Benim, dedi, evimde sabah
kahvaltısı veriyorum. Rica edeyim senden Hoca, dedi, bir gelip sen de dinler
misin?
Ben de şunu düşündüm, evde kim olur; ben
olurum, işte Nail Keçili olur, Münci
İnci olur, işte Tayyip Bey olur ve Tayyip Bey’in de bir iki tane adamı olur,
eni konu bu kadar olur diye düşündüm. Kalktım gittim Durusu Konaklar’ı diye bir
yer, Bulgaristan sınırında bir yer. Ben de tâ Tuzla’dan oraya gittim. O zaman
ben bu tarafa geçmemiştim. 99, yurt dışından yeni geldiğim dönem. Daha anamın
evine sığınmıştım, ne yapacağım ne edeceğim de belli değil diye. Gittim.
Evi anlatıyorum
şimdi. Girdim. Duvarın önündeki kanepede oturanları sırayla söylüyorum: Fehmi
Koru, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak, yanında Yalçın Doğan abimiz. Onların
arkasında duran kişi Bülent Akarcalı. Odanın içindekiler: Fehmi
Gültekin, Tezcan Yaramancı, Güler Kömürcü. Yağ fabrikası olan bir
hanımefendi. (Herkesin el falına bakıyordu.) Mimar Sinan Üniversitesi’nde Hoca
oldukları, ben hiç tanımıyorum, ifade edilen üç tane profesör vardı.
On beş dakika
sonra bu odaya kim geldi dersin bu eve?
O günkü Amerikan
Konsolosu Yardımcısı Bayan Schertz’le birlikte el ele Tuğrul Türkeş
geldi. O eve… Evet, Tuğrul Türkeş Amerikan Konsolosluğunun aracıyla geldi.
Konsolos Yardımcısı hanımefendi, tercüman, Tuğrul Türkeş geldi. Benim bütün bu
manzaraya canım çok sıkıldı. İnanılmaz sıkıldı.
Gülgün
Feyman Budak: Şimdi
Tuğrul Türkeş nerede?
Erol
Mütercimler: Tuğrul
Türkeş, Devlet Bey’in oluruyla Tayyip Bey’in yanında. Tayyip Bey’in yanında.
Gülgün
Feyman Budak: Şimdi bu
tablo geçmişe dönük, Münci İnci’nin evinde yaşanan bu tablo, Tayyip Erdoğan’ın
Başbakan olacağının ilk konuşulduğu…
Erol
Mütercimler: Duyduğum
ilk gün. Ağızdan söylediler. Önce Tayyip Bey’in adamı…
Gülgün
Feyman Budak: Oradaki
isimler çok çarpıcı.
Erol
Mütercimler: Çok çarpıcı
isimler. Söylüyorum bak, tek tek. Herkes hayatta.
Gülgün
Feyman Budak: Tekrar
edebilir misiniz?
Erol
Mütercimler: Ederim
tabiî… Herkes hayatta. Gazeteci Güler Kömürcü. Koltukta oturanları söyleyeyim, Fehmi Koru, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak, Yalçın
Doğan. Yalçın Doğan abi, hani Hürriyet’te Milliyet’te duayen. Bülent Akarcalı,
Tezcan Yaramancı, Fehmi Gültekin, ondan sonra gelen Tuğrul Türkeş, Amerikan
Konsolos Yardımcısı hanımefendi, yağ fabrikası olan bir hanımefendi, üç tane
Mimar Sinan Üniversitesi’nden hoca, olanlar bunlar.
Peki, bak,
Tayyip Bey’in adamı dedi ki, yanımda oturuyordu, ben kalkıp gideceğim çok
sinirlendim, kahve bile içmedim. Hoca’m dedi, gitmeyin, size Tayyip Bey’in çok
ihtiyacı var, dedi. Sizin birlikte olmanızı istiyoruz. Niye kardeşim? dedim.
Tayyip Bey, dedi, bu ülkeye Başbakan olacak. Siz, dedi, onunla aynı kuşaksınız,
sizin danışmanlığınıza çok ihtiyacı var.
Gülgün
Feyman Budak: İşin içinde bakın, Amerika var, o evde. İlişkileri çok değişikti, Münci
İnci rahmetli, o var.
Erol
Mütercimler: Bitti
konuşmalar, bir sürü şeyler oldu orada, bitti. Gitti Tuğrul Türkeş. Yine Amerikalılarla
gitti.
Boşalınca ev, Münci İnci bana dedi ki,
Hoca, dedi, bir on dakika daha kal ne olur. Bülent Akarcalı, ben ve Münci İnci
kaldık.
Bülent Bey biliyorsunuz dev gibidir, üç
kapılı gardırop gibidir. Böyle ellerini de koydu kapının önüne şöyle duruyor,
bugünkü gibi gözümün önünde.
Münci İnci dedi ki bana, Hoca, dedi, ne
düşünüyorsun Tayyip Bey hakkında?
Ne anlamda soruyorsunuz, dedim, ne
anlamda. Çünkü sorularımıza cevap gelmedi, Tayyip Bey’e sorduğumuz sorulara.
Dedi ki, Tayyip Bey bu ülkeye Başbakan olacak, ona göre söyle düşünceni.
Az önce de duydum ya, dedim. Bakın Münci
Bey, mademki Başbakan olacak, o zaman size şunu söylüyorum. Bir, yurt dışına
gönderin, bir kere ruhsal olarak bir rehabilitasyon süreci yaşasın. İki,
mademki Başbakan olacak o sürecin içerisinde İngilizce kursu aldırılsın. Üç, hocalar
tayin edilsin.
Ne dedi bana biliyor musun, hapishanede
olduğu dönemde, günde en az sekiz saat, İstanbul Üniversitesinden falan
hocaları taşıdık zaten, dedi, o aşamayı yaptık. Öbür ikisini de hallettik.
Tayyip Bey’i Londra’da bir koleje aynı zamanda devam ettireceğiz. Ben, dedi,
sizden duymak istiyordum. Demek ki doğru bir strateji belirlemişiz. Bak şimdi,
böyle oldu, gittik, ayrıldık.
Gülgün
Feyman Budak: Olmuş mu
bunlar, hepsi?
Erol
Mütercimler: Bilmiyorum.
Gülgün
Feyman Budak: Dil
öğrenemedi ama galiba.
Erol
Mütercimler: Yok, yurt
dışına falan göndermediler.
Peki, o hafta yayınlanan Aydınlık mıydı, 2000’e Doğru muydu, hatırlamıyorum. 2000’e Doğru olabilir. Birinci
sayfadan, göbekten haber: Emekli Deniz Binbaşı Deniz Subayı Erol Mütercimler,
Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanlığı’na getirildi. Getirildi.
Atladım geldim, Adnan Akfırat, kulakları
çınlasın, dostluğumuz çok eskidir Adnan’la. Adnan bu nedir, dedim?
Adnan, bak abi, dedi. Vallahi de billahi
de bizle ilgisi yok, bu bilgi Ankara’dan geldi. Adnan böyle rezillik olur mu?,
dedim. Bu nereden geldi? Bak, dedim, ben orada Kanal 6 adına oradayım. Bütün
olayı anlattım ona. Ertesi hafta düzeltildi ama iş işten geçti. Öyle bir yayın
yapıldı. Sonuçta Ankara’dan geldi bilgi, dedi. Neyse…
2002 seçimi oldu 3 Kasım. 4 Kasım
sabahını anlatıyorum şimdi.
4 Kasım sabahı. Yayından çıktım saat
13.30. Ben aldım sabah yayınını. Kapıdan dediler ki, Tayyip Bey’in avukatı,
hukuk başdanışmanı beyefendi sizle görüşmek istiyor. Abi dedim, mahkemeye
verecekler. Çünkü o kadar çok aleyhinde konuşuldu ki o gün. Geldi Avukat Faik
Işık. Ünlü Avukat Faik Işık.
Gülgün
Feyman Budak: Ünlü
Avukat Faik Işık…
Erol
Mütercimler: Geldi,
buyurun dedim. Durdu, elimi sıktı. Yanaklarımdan öptü. Erol Abi dedi, sen beni
tanımadın. Tanımadım kardeşim, özür diliyorum. Abi, dedi, sen Deniz Müzesi’nin
müdürüydün. Biz sana geldik. Bir arkadaşımızın yüksek lisans çalışması için,
dedi, sen arşivi açtın, yardım ettin. Kardeşim, dedim, ben herkese yardım
ediyorum. Benim görevim o. Deniz Müzesi’nin Müdürü arşivi birine açacak falan.
Neyse… Bana bir kahve söyle, dedi artık. Abi sana bir teklifimiz var. Nedir?
dedim. Tayyip Bey’e, dedi, biz beş kişilik danışman listesi gönderdik. Senin
ismin ikinci sırada. Lütfen kabul et.
Dedim Faik, kardeşim, böyle bir şey olmaz.
Neden?
Şundan, şundan, şundan dolayı olmaz.
Dedim, niye böyle bir şey?
Abi, dedi, Tayyip Bey bu ülkeye Başbakan
olacak.
Kardeşim, milletvekili bile seçilemedi.
Hürriyet manşet atmış, muhtar bile olamaz, diye.
Çocuk bana o zaman anlattı, nasıl Başbakan
olacağını. Dedim ki, senin söylediğin olsun. Gel kardeşim yanıma. O zaman kabul
edeceğim.
Gülgün
Feyman Budak: Şu
Amerika’ya, Washington’ a davetler falan, değil mi?
Erol
Mütercimler: Bak,
olmayacak. Böyle bir şey olmayacak ya bana göre. Herkes öyle demiş, bütün hukukçular.
Oldu mu, girdi mi Meclise?
Girdi.
Deniz Bey önünü açtı mı?
Açtı.
Tamam. Geldi mi, Faik Işık?
Geldi. Erol Abi geldim, dedi. Kabul
edeceğim, demiştin.
Faik, dedim, bak kardeşim, olmaz. Niye?
İzah ettim. Sonra dedim ki, bu beş kişilik liste, ilk sıraya kimi yazdınız,
beni niye ikiye yazdınız. Birinci sırada kim var?
Gülgün
Feyman Budak: Kim var?
Erol
Mütercimler: Nabi Avcı.
Ben ikinci sıradayım.
Gülgün
Feyman Budak: Yani Gülen
kitabındaki Nabi Avcı.
Erol
Mütercimler: Evet.
Dedim, neden?
Faik Işık bana müthiş bir cümle kurdu.
Çocuk inanılmaz. Ne kadar haklı çıktı. Dedi ki, bak abi, siz dedi, bu tarikat
cemaat işlerinden hiç anlamazsınız. Anlamam, dedim. Biliyorum abi, dedi. Bak şu
anda ben, dedi, gece Emine Hanımla Tayyip Bey yatak odasındayken kapılarını
tıklatıp içeriye girme hakkı olan, iki kişiden birisiyim.
Gülgün
Feyman Budak: O nasıl iş
öyle?
Erol
Mütercimler: Hukuk
Başdanışmanı. Bak, dedi, gün gelecek abi dedi, gün gelecek, ben bile Tayyip
Bey’e en fazla bir buçuk kilometre yaklaşabileceğim. Çünkü, dedi, başka bir
cemaat onu kuşatacak.
Gülgün
Feyman Budak: O kim?
Erol
Mütercimler: İşte
anlattığı. Abi, dedi, kurban olayım yapma, etme, n’olur kabul et, dedi. Gel
kendin kur ekibini, danışmanlar ekibini kendin kur abi, dedi. Sonra bu işten en
çok sen üzülecek, sen pişman olacaksın. Siz, dedi, bu işleri bilmiyorsunuz.
Gülgün
Feyman Budak: Oldunuz
mu?
Erol
Mütercimler: Kararsızım.
Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum. Gitseydim bile yanlarına, kısa bir süre sonra
zaten onlar dışarı atacaklardı, tutmayacaklardı.
Erol
Mütercimler: Çünkü o
mahallenin mensubu değiliz. Mahallenin mensubu biz değiliz. Çünkü o parti
Amerikalılar tarafından başka türlü kurgulandı. Benim gibi bir sol Kemalist
orada yer alamaz. Olmaz. Ne olursan ol. Teknik bir adam olarak, benim bu tüm
strateji alanında Vural Beyazıt amirale milyon kere teşekkür ediyorum. Çünkü o
seçti, o ayırdı, o yönlendirdi beni subay olduğum o dönemde, bu strateji
alanına. Benim yetişme alanım ikinci adamlık üzerinedir. Benden birinci adam
olmaz. İkinci adamlık üzerinedir benim yetişme alanım. Ama tutmazlardı.
Gülgün
Feyman Budak: Bu çarpıcı
bir itiraf ama.
Erol
Mütercimler: Ama
öyledir, ben öyle yetiştirildim. Herkes bilecek ne olduğunu. Bileceksin ki ne
olduğunu ona göre faydalı olursun kardeşim. Ona göre faydalı olursun.
Örnek, benden siyasi parti genel başkanı
olmaz ama genel sekreteri olur. Onun danışmanı olur. Ama benim formasyonum ona
göre. Örneğin, bunu söylememin ana sebebi o, niye bu danışmanlık meselesi.
Söylüyorum; tutmazlardı, sonra o mahalleye mensup değilsin. Seni onun dışına
atar. Ama bu çarpıcı bir olaydır.
Bak, dikkat edin, daha ne zaman
duyuyorum?
4 Ekim 1999 tarihinde duyuyorum başbakan
olacağını bu ülkeye. Ondan sonra 2002’de duyuyorum başbakan olacağını bu ülkeye.
Bak seçimin ertesi günü duyuyorum.
***
(Slogan: Emperyalistler İşbirlikçiler
geldikleri gibi gidecekler)
Hülooğculuk AKP’gillerde var da Yeni CHP’gillerde yok mu?
Nurullah Ankut Yoldaş: ABD’nin ve CIA’nın nasıl uzun vadeli
çalıştığını işte bir kez daha belgesiyle, canlı tanıklarıyla görmüş olduk.
Bütün bu
gerçekler ortada olmasına rağmen bunların Tayyip’in hülooğğ’cularına zerre
kadar olsun olumsuz bir etkisi oluyor mu, arkadaşlar?
Olmuyor…
Çünkü;
Bir; zihin hasarına uğratılmışlar,
İki; Allah’la aldatılmışlar.
Sanki başka bir dünyada, başka bir
gezegende yaşıyorlar ve başka bir dille konuşuyorlar. Ne yazık ki bu hale
getirildi insanlar.
Ve neden bunları böyle bulup devşiriyor
Amerika?
Çünkü Ortaçağcı, Yezit İslamcısı yani
IŞİD’le aynı dini görüşlere sahip bunlar. Sınıf temeli olarak Antika
Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi çıkarlarını, ekonomik çıkarlarını ve
dünya görüşünü savunuyorlar. O bakımdan Ortaçağ’ın ümmetçilik konağının özlemi
içinde bunlar. Ümmetçilik konağında yaşadıkları için otomatikman vatan ve
millet düşmanıdırlar. Modern milleti ve ulusal değerleri tanımazlar, buna düşmandırlar.
Çünkü Ortaçağ’da milletler yok.
İşte o yüzden ihanette ve işbirlikçilikte
sınır tanımaz, diye Amerika Tayyip’i devşiriyor ve onun adına parti kurduruyor
ve onu iktidara getiriyor.
18 Adamızı, Elif Yoldaş’ın da söylediği,
gibi anlaşmalı olarak Yunanistan’a peşkeş çekiyorlar ve zerrece rahatsızlık
duymuyorlar bundan. O konudaki eleştirilerimiz üzerine de Bakırköy Cumhuriyet
Savcılığı, Genelkurmay Başkanı ve devlet büyüklerine hakaretten dolayı
hakkımızda soruşturma başlatmıştı. Ama enteresandır, Ayhan Yoldaş geçenlerde
haber verdi; Adalet Bakanlığı bu konuda kovuşturma yapılmasına izin vermiyor.
Hakkımızda kovuşturma yapılmasına izin vermiyor.
Niye izin vermiyor?
Çünkü o konuda bir hesaplaşmaya
girdiğimiz zaman, onların ihanetlerini açık bir şekilde bir kez daha ortaya
koyacağız ve kendi mahkemelerinde bunları bir kez daha mahkûm edeceğiz. Oradan
kaçmak istiyor. O bakımdan ona izin vermiyorlar. Böylece Tayyip’e yaranma
derdindeki işgüzar savcı çaresiz kalıyor. Adalet Bakanlığı izin vermediği için
mecburen takipsizlik kararı verdik, diyor. Bu savcı işin arka planını bilmiyor
tabiî… O sadece şekli bakıyor meseleye. Çünkü sistematik düşünce onda da yok.
Yani niye izin vermedi diye kavramış değil o da. Ege’deki bu iktidar eliyle
Yunanistan’a resmen peşkeş çekilen 18 adamızı hiç sorun etmiyor. Bu apaçık vatana
ihanet suçunu yok sayıyor, görmezlikten geliyor.
Evet, arkadaşlar yani böyle ihanetleri
hiç duraksamadan ve rahatsızlık duymadan yapar bunlar. Amerikan vatandaşı
olurlar, İngiliz vatandaşı olurlar. İşte İngiliz
Mehmet… İngiliz vatandaşı. Evet, Ali
Babacan yine benzer. İşte Merve
Kavakçı Amerikan vatandaşı, Malezya’ya büyükelçi atadı.
İnsanlarımız o hale geldi ki bunlardan
herhangi bir rahatsızlık duymaz oldular artık. Ve güya Kemalistlerin savunduğu
CHP de bu konuları hiç gündem etmiyor dikkat edersek. Çünkü o da aynı yolun
yolcusu, o da BOP’un görevlilerinden. Hiç gündeme getirmiyor dikkat edersek.
Ama insanlar düşünmekten geri kaldıkları
için göremiyorlar, kavrayamıyorlar.
Vay Soroscu Kemal yürüdü diye bir anda
itibar tazelemiş oluyor. Ya yürümekle iş biterse çoban kardeşlerimiz sabahtan
akşama kadar yıllar boyu yürüyorlar dağ tepe, hem de düz yolda da değil,
yürüyüş ayakkabısıyla da değil. Karda kışta devamlı dağlar tepeler aşıyorlar.
Yani önüne bir hedef koyarsın; varmak
istediğin, elde etmek istediğin bir hedefin olur ona doğru yürürsen bir anlam
taşır.
Bu ne için yürüdü?
Adalet.
Adalet harcıâlem bir kavram. Herkes içine
kendi kafasındakini doldurur.
Tayyip’in partisinin de adı ne?
Adalet ve Kalkınma.
On yıllarca Amerikan uşaklığı yapan
Demirel’in partisinin adı neydi?
Adalet
Partisi.
Ama insanlar buna kanıyor işte.
Bu, peki yürüdü de, yürüyüş sırasında Batı
medyasına yaptığı açıklamalarda ne dedi? Maltepe mitinginde ne dedi? Aklınızda
kalan tek cümle var mı iktidara yönelik?
Yok.
Çanakkale’de, o mücadelenin ve zaferin
ruhunu sömürmek için Tayyipgiller’e özendi, onlar da gidiyor ya her sene, Adalet
kurultayı yapıldı.
Ne yaptı orada?
Geyik…
Yahu Türkiye’de kuvvetler ayrılığı
ortadan kalkmış, tek kişi işte, Tayyip ne derse o oluyor. TEOG kaldırılacak
dedi. Biz bunun kaldırılmasını istiyoruz, dedi.
İki gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı ne
yaptı?
TEOG kaldırıldı, dedi.
Yerine henüz bir sistem konmuş mu?
Hayır.
Ama her şeye karar veren tek kişi Kaçak
Saraylı. Kuvvetler ayrılığı diye bir şey yok. Kuvvetler ayrılığı ortadan
kalktığı anda; kanun devleti, hukuk devleti diye bir şey kalmaz. Tepedeki
diktatörün, sultanın, kralın, Caligula’nın her dediği en kesin kanun olur. Bu
da modern devlet olmaz. Sultanlık, krallık olur, başka bir şey olmaz. Yani
demokrasi ve özgürlük de zerre miktarda olsun yok Türkiye’de şu anda.
(Real İşçileri salona giriyor.
Dinleyiciler ve İşçiler sloganlar atıyor: Direne Direne Kazanacağız… Real
işçisi yalnız değildir… İşçilerin birliği sermayeyi yenecek… Alkışlar… Yaşasın
Devrimci Sendikacılık, İşgal Grev Direniş Yaşasın Nakliyat İş, Yaşasın Halkın
Kurtuluş Partisi)
Elif
Yıldız Yoldaş: Yiğit Real
Market İşçileri hoş geldiniz…
(Alkışlar…)
1700 Real Market İşçisi, bir gecede
hileli iflas yoluyla kapı dışına atıldı, işlerinden kovuldular. Ve günlerdir
Nakliyat-İş Sendikası önderliğinde direniş yapıyorlar yurdun birçok yerinde.
Haklı mücadelenizde sonuna kadar yanınızdayız… Hoş geldiniz…
(Alkışlar…)
Yöneticileri, işkolundaki ortalama işçi
ücretinden daha az ücret alan tek sendika Nakliyat-İş’tir
Nurullah
Ankut Yoldaş: Yiğit işçi
kardeşlerimizin, dünyanın en haklı ve en meşru mücadelelerinden birini, alın
terlerinin karşılıklarını almak için verdikleri mücadeleyi aylardan bu yana
saygıyla ve takdirle izlemekte ve bütün gücümüzle desteklemekteyiz, yoldaşlar.
Bizler için İşçi Sınıfının bu ya da şu işkolunda çalışıyor olması önemli
değildir. İşçi Sınıfı bir bütündür. Çıkarları, amacı, konumu, durumu aynıdır hepsinin.
O bakımdan işkollarının bizim için önemi yok. Nerede bir haksızlık varsa biz
bütün gücümüzle haksızlığa uğrayanın, mazlumun yanındayız.
(Alkışlar…
Slogan… İşçilerin birliği sermayeyi yenecek… Alkışlar…)
Türkiye’de örgütlü olduğu işkolundaki
işçilerin ortalama gelirlerinden daha az ücretle sendika yöneticiliği yapan bir
tek sendika vardır: Nakliyat-İş, arkadaşlar.
(Alkışlar…)
Parababalarının
sarı sendikacıları on bin, yirmi bin, otuz bin, elli bin liraya kadar maaş
almaktalar. Seksen beş bin liraya kadar alanlar var, diyor arkadaşımız. Ayrıca
hırsızlıkları ayrı bir şey…
Ama Nakliyat-İş’te böyle bir şey asla söz
konusu değil. Tüm başkan ve yöneticileri, sadece ortalama işçi ücretine denk
bir maaş alırlar. 38 yıldan bu yana benim gözlemime göre sendika liderliği
yapıp da tüm mal varlığı sadece bir sosyal konuttan ibaret olan bir tek
sendikacı vardır Türkiye’de: Nakliyat-İş
Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu.
(Alkışlar…
Sloganlar… Kahrolsun Sarı Sendikacılık… Alkışlar…)
Bugüne kadar girdiği hak arama
mücadelelerinde, patronlar dolaylı yollardan tekliflerde bulunuyorlar: Ya uygun
şekilde anlaşalım, biz sizi memnun ederiz.
Ali
Başkan’ın cevabı galiz küfürler oluyor patronlara.
Ve o karşılığı aldıkları anda kiminle
karşı karşıya olduklarını anlıyorlar.
Bizim yoldaşlarımız budur!
Nerede haksızlık varsa biz oradayız ve
bir tek şey isteriz: anlaşılmak. Başka hiçbir şey istemeyiz insanlarımızdan,
İşçi Sınıfımızdan, kardeşlerimizden.
Biz ömrümüzü bu davaya adadık. Nerede
zulüm, haksızlık, sahtekârlık varsa onun üzerine gideriz biz. Başka türlü
insanlığımızın hakkını veremeyiz çünkü.
İnsan doğmanın hele hele aydın olmanın
büyük sorumluluğu var.
Bazı sanatçı geçinenler var; ben siyasete
girmem, siyasetten anlamam, diyorlar.
Aslında o; ben çıkarıma bakarım yani
milletin, halkın durumu neymiş beni ilgilendirmez. O anlama gelir o tutumları.
Zekâlarını, bilgilerini, kapasitelerini, yeteneklerini sadece mal mülk
istiflemek için kullanıyorlar. Mesela billboardlarda Şener Şen’in resmi var şu anda. İsim vermek istemezdim ama… Bence
büyük bir artist ama insan olarak kof, beş paralık bir aydın değeri yok. Sanatçı
olarak ne kadar büyükse aydın olarak o kadar küçük. Gezi İsyanı’mız sırasında
tık diyemedi. Oysa sanatçı olmanın, aydın olmanın sana getirdiği sorumluluk
var, onun hakkını vereceksin. Vermezsen ben aydınım diyemezsin.
Bir
Dinleyici: Devlet ödül
verdi.
Nurullah
Ankut Yoldaş: Devlet
ödül verir. Verir, arkadaşlar... Görünce iğrenerek ve üzülerek bakıyorum
billboardlardaki resmine.
Ne diyor yiğit ozanımız Âşık İhsani?
Sorumluyum
ben çağımdan
Düz
ovamdan dik dağımdan
Sömürgeni
toprağımdan
Sürene
dek yazacağım
İşte sanatçı bu, işte aydın bu,
arkadaşlar. İşte insan bu!
(Alkışlar…)
Yani insanlığınızın hakkını vermezseniz,
büyük sanatçı olursunuz ama insan olamazsınız.
Aydın namusu taşıyan öğretmenlere karne zulmü
Geçen haftanın önemli olaylarından bir
diğeri: Öğretmenlere, demokrat, aydın, namuslu öğretmenlere yeni bir zulüm uygulaması
başlatmaya giriştiler değil mi? Öğrenciler, veliler, okul müdürü…
Dinleyiciler: Puan verecekler. Karne verecekler.
Nurullah
Ankut Yoldaş: Karne
verecekler arkadaşlar, karne verecekler...
Bunun anlamı öğretmenin onuruyla,
haysiyetiyle oynamaktır. Sen bizim dindar ve kindar neslimizin oyuncağısın
demektir öğretmene, ona tabi olacaksın demektir.
Ne diyordu bunların hocası molla Necmettin?
“Rektörler türbanlı kızlarımıza selam
duracak”, değil mi?
İşte şimdi daha da aşağı indiler,
öğretmenlerin tamamını selam durdurmaya kalktılar. Kendileri için uygulanmasında
bir beis yok bunun.
Çünkü öğrencilere, velilere soracakları
sorulardan biri yahut verdikleri ölçütlerden biri; “Milli ve manevi değerleri
öğretiyor mu öğretmen?”
Buna kim karar verecek?
On yaşında çocuklar ve öğrenci velileri karar
verecek.
Yani tarikatlaşmış, medreseye
dönüştürülmüş eğitimden geçen, zihni uyuşturulmuş çocuklar karar verecek.
Bizden olmayanın öğretmenlik yapma imanı
kalmayacak artık, diyorlar. Tıpkı Feto’nun ordu içinde, deniz kuvvetlerinde
yaptığı gibi. Yani kendilerinden olmayan, namuslu, yurtsever insanları, türlü
iftiralarla, tacizlerle, yıldırarak, bezdirerek görevden ayrılmaya zorluyorlar.
Böylesine aşağılanan, onuruyla oynanan
bir öğretmenin bilim öğretebilmesine, ruh sağlığının huzur içinde olmasına ve
öğrencilerine bütün kapasitesini aktararak bilim öğretmesine imkân var mı?
Yok, arkadaşlar, yok...
Kaldı ki namuslu hukukçu Kemal Gözler ne diyordu: “Artık sınıfa
girmek üniversite hukuk profesörleri, hocaları için mayınlı araziye girmek
kadar tehlikeli.”, diyordu. “Hocalar sınıfa girerken korkuyorlar artık.
Öğrencilerin protestosuyla, itirazıyla ve iftiralarıyla karşılaşmaktan
korkuyorlar.”
Tayyipgiller’e tık dediğin anda akademik
hayatın bitiyor. Böylesine bir korku ülkesine döndürdü memleketi. Yani tam Ortaçağ
despotluğu kurdu. Ve korku iklimi hâkim. Ve okullarda öğretmenlerimiz bu
planlanan zulme karşı ses çıkaramıyorlar gözlemlediğimiz kadarıyla. Kamu
emekçisi arkadaşlarla konuşuyorum, herkes sessiz, diyorlar. Korkuyor insanlar
tepki göstermeye. Çünkü tepki gösterdiği anda görevden alınacak. Gülden Yoldaş’ımızın
başına gelen felaketle karşılaşacak. Daha da ötesi var; kovuşturma açılır,
içeri atılır. O hale getirdi memleketi.
Zaten ABD de bunu istiyor. Böyle bir
ülkeden uydudan başka hiçbir şey olmaz. İstediğiniz gibi kullanırsınız onu.
Bütün yöneticileri size tabidir ve size hizmet etmek için birbirleriyle yarışırlar.
Yarışmıyorlar mı bunlar da, arkadaşlar?
Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çete’nin yöneticileri?
Yarışıyorlar.
Dedik ya; MHP, CIA milliyetçisidir, diye.
Önderimiz ne diyor?
“Gerçek milliyetçilik sosyalistliktir.
Türk milliyetçiliğinin teorisini yapan Ziya
Gökalp uzun aramaları ve araştırmaları sonunda sosyalistlikten başka
gidilecek hiçbir yerin, varılacak bir konağın olmadığını gördü ve namuslu bir
sosyalist olarak hayata veda etti.”, diyor.
Gerçekten de milletin içinden çıkmış,
kanserleşmiş, halk düşmanı bir avuç Parababası, milletin diğer bir kısmını
ezsin, sömürsün, yük hayvanları gibi kullansın bunun adı da milliyetçilik
olsun.
Öyle bir milliyetçilik olabilir mi ya?
Hayır. Gerçek milliyetçilik; milletin
sömürücüler, vurguncular dışında kalan tüm unsurlarının eşit ve mutlu bir
şekilde yaşayacağı bir düzen kurmaktır. Millete böyle hizmet edilir. Onun
dışındaki sahtekârlıktır.
O bakımdan bu Amerikan milliyetçilerinin, NATO
milliyetçilerinin, CIA milliyetçilerinin yukarıdakileri devşirilmiş
sahtekârlardan, aşağıdakileri ise kandırılmış zavallılardan oluşmaktadır.
İşte eğitimin bu hallere getirilmesiyle;
sorgulamayan, düşünemeyen; sadece zihnine yüklenen dogmalarla, önyargılarla hareket
eden robotlar yetiştirmek amaçlanmaktadır. Yani değişmez, durgun bir Ortaçağ
toplumu yaratmayı amaçlamaktalar. Bilimle tümden bağlarını koparmış bir nesil
yetiştirmek istiyorlar. Yaptıkları tahribat bu amaca yönelik…
İşçi Sınıfı biliminden koptuğunuz anda yanılgılara düşersiniz
Yaptığımız eleştirilerle Meclisteki
Dörtlü Çete’nin içyüzünü ortaya çıkardık, netçe koyduk. Ama ne yazık ki, bizim
küçükburjuva Sahte Sollar, İşçi Sınıfı biliminden nasiplenmedikleri için, dik duramadılar,
savrulup gittiler...
Bir kısmı nereye gitti?
Sorosçu Kemal’in YCHP’sine. Onun peşine
takıldı.
Öbürleri nereye gitti?
Amerikancı Kürt hareketi HDP’nin peşine.
Yahu İşçi Sınıfının bağımsız mücadele
hattı ne oldu?
Yok, arkadaşlar, onu terk ettiler. Çünkü
ideolojileri derme çatmaydı, bilimsel bir ideolojiden yoksundular.
Denizler ve Mahirler…
Mahir’in “Bütün Yazıları”nda, Denizler’in “Savunmalar”ında ortaya koyduğu düşünceler, tamamen önderimiz
Hikmet Kıvılcımlı’dan alınmadır. Tabiî doğru olanlar…
Yanlış olanlar; ne yazık ki
savrulmalarını getirdi. O Yoldaşlarımız, Latin
Amerika tipi gerillacılığına özendiler.
Ama Küba Devrimi sonrası önderimiz Hikmet
Kıvılcımlı netçe tespitte bulundu:
“Küba
Devrimi bir daha tekrarlanamaz aynı şartlarda.”, diye.
Nitekim tekrarlanamadı bugüne kadar.
Fidel’den sonraki en yetenekli savaşçısı Che, Bolivya’da aynısını denedi, on bir
ay savaştı. Elli üç yoldaşından en son on sekiz, on dokuzu kaldı. Diğerleri her
çarpışmada birer ikişer, birer ikişer ölüp gittiler… İşte Yuro Geçidi’nde de en son, 1967 8 Ekimi’nde (yani benim
üniversiteye ilk başladığım günlerde) pusuya düşürüldüler. İki bin, CIA’nın
eğittiği, Bolivya diktatörünün iki bin kişilik hava kuvvetlerine sahip ordusu
tarafından tutsak düşürüldü Che. Bir gün sonra da katledildi Washington’dan
gelen bir emir üzerine.
Küba şartlarını değişmez kabul etti Che
ve Fidel o zamanlar. Yanılgıları bu. Küba’da devrim sürecindeki yaşanan
şartların genel geçer olduğunu kabul ettiler.
Ama CIA ondan ders çıkardı ve sloganı
neydi Bolivya’nın dağlarına, taşlarına yazdığı dövizler halinde?
“Bolivya
Küba olmayacak.”
Ne yaptı?
Bizzat CIA uzmanları 2500 kişilik özel
bir ordu kurup eğitti, donattı ve yönetimine aldı. Hava kuvvetlerine varıncaya
kadar ağır silahlarla donattı ve bütün kırsal kesimi propaganda alanı
hâkimiyeti içine aldı. Böylece on bir aylık süreçte bir tek yeni insan
gerillaya katılmadı.
Che ve Fidel şartların aynı şekilde
süreceğini varsaydılar. Oysa hayatta değişmeyen hiçbir şey yok. Aynı şeyi, aynı
şekilde tekrarlayamazsınız.
Nitekim “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında Lenin, çok
açık söyler: Ekim Devrimi aynı şekilde başka bir ülkede olmaz, der. Her ülkenin
orijinal, kendi devrim stratejisi ve izleyeceği devrim yolu vardır, der. Kendi
tarihsel, sosyolojik, sınıf ilişki ve çelişkilerinden, şartlarından kaynaklanan
özel bir yol izlemesi gerekir, der Lenin.
İşte hep diyoruz ya; hayatta donmuş
gerçek, değişmez gerçek yoktur. Bunu hesaba katmak gerekir.
Bütün uyarılarına rağmen önderimiz
Denizler’e de, Mahirler’e de söz dinletemedi ve o Latin Amerika tipi gerillacılığın
bir CIA komplosu olduğunu anlatamadı bu arkadaşlara.
Yoksa Filistin’e gidip devrimcilerin
silahlı eğitimden geçirilmelerini CIA ajanları istiyor, devrimci hareketin
içine sızmış CIA ajanları. Mahir Kaynak öneriyor. İPSD’ye de gelip üye oldu.
Bir seferinde Konferans veriyordu. Girdim çıktım ben de. O zaman bilmiyorduk
tabiî...
Yani; pasifistlikle bu işler olmaz,
silahlı mücadeleyle olur, devrim namlunun ucundadır Mao’nun dediği gibi.
Filistin’e gidip silahlı eğitim almalıyız ve Türkiye’de gerilla savaşı
başlatmalıyız; empoze etmeye çalıştığı bunlardı.
Sonradan
bunun CIA ajanı olduğu ortaya çıktı, Mahir Kaynak’ın. Yani gençlerimizi pusuya
düşürmek için onları özendirdiler; gerillacılığı.
Yine Erol
Mütercimler’in…
“Ergenekon
Büyük Kumpas” diye bir
kitabı var.
Orada, Maltepe Zırhlı Kuvvetler
Cezaevinde yatıyor Mahirler, Sinanlar. Tünel kazıyorlar bildiğimiz gibi, değil
mi? Hatta Cihan anlatıyor; işte horon tepiyorduk, Karadeniz şarkıları
söylüyorduk tünel kazan yoldaşların kazı sesleri duyulmasın diye.
Oysa aynı cezaevinde ben de yattım.
Tabanı mozaik beton, tık diye vurduğunuz anda cezaevinin her tarafında o ses
yankılanır, duyulmamasına imkân yok. Siz istediğiniz kadar horon tepin.
Ama cezaevi komutanının Erol
Mütercimler’e net anlatımı var. Amerikalı CIA ajanları geliyorlar…
Memduh
Ünlütürk o zaman
Kontrgerilla uzmanı, cezaevinin komutanı, o diyor ki; komünistler tünel
kazıyor, kaçmayı planlıyorlar.
Aynen dediği CIA uzmanının: “Bırakın,
görmezlikten gelin, kaçsınlar, sonra bir araya toplaşsınlar ve tümünü infaz
edin.” CIA uzmanlarının dediği bu.
Şimdi
arkadaşlar da biz kaçtık, tünel kazdık sanıyorlar.
Cihan Alptekin’in ablası, “Oy Cihan Bizum Cihan” adlı kitabında
bunu anlatır.
Yolları da açılıyor Kızıldere’ye
varıncaya kadar. Oysa çok sık arama noktaları var. Ben otobüsle bırakalım oraya
gitmeyi, şehirlerarası otobüsle Konya’ya gidiyorum, mezuniyet tezi
hazırlayacağım, yolda hemen jandarma kesti. Durdu, baktı öğrenciye benzer tek
ben varım. İn aşağıya, dedi. İndik, kimliğimize baktı o anda arananlar
listesinde var mıyım, yok muyum kontrol etti kâğıttan; listede adımızı
göremediği için geçtik. Yani Konya-İstanbul güzergâhında bile şehirlerarası
otobüsler durdurulup böylesine aranıyordu. Ama Kızıldere’ye varıncaya kadar
Mahirler’in, Cihanlar’ın önünü hiç kimse kesmiyor, aramıyor, yolları açılıyor.
Yani
demek ki, devrimci teoriyi tam olarak, bütün yönleriyle sistematik olarak
bilmeden devrimcilik yapmaya kalkarsan, Finans-Kapitale, o canavarlara genç
devrimci kanı sunmaktan öte başka bir eylem ortaya koyamazsın.
Arkadaşlarımızın yiğitlikleri,
mertlikleri, adanmışlıkları muhakkak ki son derece saygı duymayı gerektirir.
Yani kimse söz söyleyemez.
Ama Usta’mızdan ayrıldıkları noktada
yanlışa düştüler.
Ve devamcıları, bugün takip ediyoruz
diyenler bir özeleştiri yapmadılar. Kaldı ki o yolu da çoktan terk ettiler.
Çünkü Kızıldere’de bizzat devrimcilerin başındaydı Mahir. Gemerek’te Deniz
başındaydı. Nurhak’ta Sinan gerillanın başındaydı. Onlar en önde savaşçıydı.
Şimdikiler onu da yapmıyorlar. Sadece
lafta… Yani o günlerin özlemi içindeki gençlere hikâyeler anlatarak, masallar
anlatarak gençleri bloke ediyorlar. Kaldı ki savrulup gittiler işte,
tükendiler. Ve ÖDP’ye kimi başkan bulup getirdiler?
Ufuk
Uras gibi bir CIA
devşirmesini. Kendilerinden başkan yapacak kalitede insan bile bulamadılar
yani.
İşçi Sınıfının şanlı zaferi Büyük Ekim Devrimi ve Proletarya Diktatörlüğü üzerine
Şimdi Türkiye meselelerini burada
bırakalım zamanımızı geçtik. Biliyorsunuz çok önemli bir olay daha. 100’üncü
Yıldönümünü yaşıyoruz Ekim Devrimi’nin değil mi?
Dünya İşçi Sınıfına, ezilen halklara ışık olan, umut olan,
yol gösterici olan o büyük şanlı devrimin 100’üncü Yıldönümünü yaşıyoruz.
Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın
yıkılışı bize neyi gösterdi?
Marksist-Leninist ideolojinin
yanlışlığını, eksikliğini değil, tam tersine olağanüstü doğruluğunu gösterdi.
Kanıtı işte Stalin’den okuyorum. Lenin’den aktarmalar yapıyor; “Leninizm’in İlkeleri” adlı kitabında:
“Lenin,
diktatörlüğün en önemli hedeflerinden birine, sömürenlerin ezilmesine, işaret
ederek şöyle diyor:
“Bilimsel
olarak, diktatörlük, hiçbir şeyle, hiçbir yasayla sınırlanmamış olan,
kesinlikle hiçbir kuralla engellenmemiş olan ve doğrudan doğruya zora dayanan
bir iktidardan başka bir şey değildir. ... Diktatörlük -kadet baylar son defa
olarak dikkat ediniz- yasaya değil, güce dayanan sınırsız bir iktidardır.” (Proletarya Diktatörlüğünün Sorunları
Tarihine Giriş, C. XXV, s. 441 ve 436, Rusça)” (Stalin, Leninizmin İlkeleri,
s.129, Sol Yayınları İkinci Baskı.)
Ama kimin diktatörlüğü?
İşçi Sınıfı ve ezilen halkın
diktatörlüğü.
Kimin üzerinde diktatörlüğü?
Sömürücüler üzerinde diktatörlüğü.
“Ama
her ne kadar zor olmadan diktatörlük olmazsa da, proletarya diktatörlüğünün
sadece zora indirgenemeyeceği açıktır.
“Diktatörlük
-diyor Lenin-, her ne kadar zor olmaksızın imkânsız ise de, sadece zor demek
değildir. O, aynı zamanda, önceki örgütlenmeden üstün bir çalışma örgütlenmesi
demektir.
(Demek ki başta İşçi Sınıfımız olmak
üzere tüm halkın daha önceki iktidarlardan, yönetimlerden, sistemlerden çok
daha üstün bir şekilde örgütlenerek üretime katılması demektir, diyor. – N.
Ankut)
Lenin devam ediyor:
“Proletarya diktatörlüğü ... sadece
sömürücü sınıflar üzerine uygulanan zor demek değildir ve hatta her şeyden
önce, zor değildir. (Çünkü
halkın en özgür şekilde örgütlenmesi, üretime katılması ve alınterinin
karşılığını hakkıyla alması demektir proletarya diktatörlüğü. Bu anlamda zor
bile değildir o. – N. Ankut) Bu devrimci
zorun iktisadi temeli, onun canlılığının ve başarısının güvencesi,
proletaryanın kapitalizme oranla toplumsal çalışma örgütlenmesinin üstün bir
tipini sunması ve gerçekleştirmesidir. Sorunun özü buradadır. Komünizmin
kaçınılmaz tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi buradadır.” (Stalin, age,
s. 130.)
Ne kadar
açık konuşuyor, değil mi?
Komünizmin tam zaferinin güç kaynağı ve
güvencesi buradadır. Siz bu çalışma örgütlenmesini ortaya koyamadığınız anda
çökersiniz. Böylesine öngörüde bulunuyor Usta.
Şimdi Lenin burada ne yapmış? Eksik mi
söylemiş, yanlış mı söylemiş?
Hayır. Dâhice bir öngörüde bulunmuş.
Devam ediyor Lenin:
“Onun
başlıca ruhu [yani
diktatörlüğün ruhu, J. St.] emekçilerin
ileri müfrezesi, öncüsü, biricik önderi olan proletaryanın örgütünden ve
disiplininden ibarettir. Onun amacı, sosyalizmi yaratmak, toplumun sınıflara
ayrılmasını ortadan kaldırmak, toplumun bütün bireylerini çalışan kimseler
haline getirmek, insanın insan tarafından her türlü sömürüsünü temelden yoksun
bırakmaktır. Bu amaca birden bire ulaşılamaz; bunun için, oldukça uzun süren
kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi gerekir; çünkü üretimin yeniden
örgütlendirilmesi güç bir şeydir; çünkü hayatın her sahasında zorunlu
değişiklikler yapmak için zamana ihtiyaç vardır ve çünkü küçükburjuva ve
burjuva yönetimine olan alışkanlığın büyük gücü, ancak uzun ve azimli bir
mücadeleyle yenilebilir. İşte bundan dolayıdır ki Marks, kapitalizmden sosyalizme
geçiş dönemi olan uzun bir proletarya diktatörlüğü döneminden söz eder.
“1-
Proletarya iktidarı, sömürücülerden kurtulmak için, ülkeyi savunmak için, diğer
ülkeler proletaryalarıyla bağları pekiştirmek için kullanılır. (Demek ki enternasyonal görevleri asla
ihmal etmeyeceksin. – N. Ankut)
“2-
Proletarya iktidarı, emekçileri ve sömürülenleri burjuvaziden kesin olarak
kurtarmak için, proletaryanın bu kitlelerle olan ittifakını güçlendirmek için,
bu kitleleri sosyalizmin kuruluşuna sürüklemek için, proletaryanın devlet
yoluyla bu kitleleri yönetmesi için kullanılır.
“3-
Proletarya iktidarı, sosyalizmi örgütlendirmek için, sınıfsız bir topluma,
sosyalist topluma geçmek için kullanılır.
“Proletarya
diktatörlüğü bu üç niteliğin birleşmesidir. Bu niteliklerden hiçbirisi
proletarya diktatörlüğünün biricik
belirgin niteliği olarak gösterilmez; ve tersine, bu niteliklerden yalnız
birinin yokluğu bile, kapitalist devletler tarafından kuşatılmış olma şartları
altında, proletarya diktatörlüğünün bir diktatörlük olmaktan çıkması için
yeter. Bundan dolayı, proletarya diktatörlüğü kavramını bozmak tehlikesine
düşmeden, bu üç nitelikten hiçbirisi dışarıda bırakılamaz. Bu üç nitelik, ancak
hep birlikte alınırsa, bize, proletarya diktatörlüğünün tam ve eksiksiz bir
kavramını verir.” (Stalin,
age, s. 130-131)
Şimdi bunu kim uygulayacak, arkadaşlar?
Parti.
“Proletarya
diktatörlüğü -diyor Lenin-, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı,
kanlı ve kansız, şiddetli ve barışçı, askeri ve iktisadi, pedagojik ve idari,
inatçı bir mücadeledir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanın alışkanlıklarının
gücü, en korkunç güçtür. Mücadelede çelikleşmiş bir parti olmadan, (Bakın çok önemli, arkadaşlar;
mücadelede çelikleşmiş bir parti olmadan. – N. Ankut) söz konusu sınıfta namuslu olan ne varsa onun güvenini kazanmış bir
parti olmadan, kitlelerin ruh halini kollamayı ve kitle üzerinde etkili olmayı
bilen bir parti olmadan, bu mücadeleyi başarıyla devam ettirmek imkânsızdır.”
Ne kadar açık vurguluyor partinin
önemini. Ne kadar açık, net bir şekilde ortaya koyuyor Lenin Usta.
“Proletarya
devrimci partisinin disiplini neye dayanır? Onu denetleyen
nedir? Onu güçlendiren nedir? Birincisi,
proleter öncü müfrezenin bilinci, devrime bağlılığı, nefsini yenmesi,
fedakârlık ruhu, kahramanlığıdır. İkincisi,
geniş emekçi yığınlarıyla (İtalikler
Stalin’e ait) en başta proleter
kitleleriyle ve aynı zamanda proleter
olmayan emekçi yığınlarıyla da bağlar kurma yeteneği, onlara yaklaşmak ve
hatta isterseniz, bir noktaya kadar onlarla kaynaşmak yeteneğidir. Üçüncüsü, bu öncü müfrezenin
gerçekleştirdiği siyasi yönetimin doğruluğu, siyasi strateji ve taktiğinin
doğruluğudur, (Demek ki siyasi stratejisinin ve taktiğinin doğruluğu çok
önemlidir. – N. Ankut) şu şartla ki, bu
doğruluğa en geniş kitleler kendi öz
tecrübeleriyle inanmış olsunlar. (Demek ki sadece benim hattım doğru
demekle olmaz. En geniş kitleler kendi öz tecrübeleriyle senin mücadele
stratejinin ve taktiğinin doğruluğuna inanacaklar. – N. Ankut) Burjuvaziden iktidarı almak bütün toplum
düzenini değiştirmekle görevli öncü sınıfın partisi olabilecek, gerçekten
devrimci bir partide, bu şartlar bulunmadıkça, disiplin gerçekleştirilemez. Bu
şartlar olmazsa, bu disiplini yaratmak için harcanan bütün çabalar, bir
hayalden, tumturaklı sözlerden, yapmacık hareketlerden başka bir şey olmaz. Ama
öte yandan, bu şartlar, ortaya birden bire çıkmazlar. Bunlar, ancak uzun süren
bir çalışmayla, çetin tecrübeyle hazırlanırlar. Bunların hızlanışını, hiç de
bir dogma olmayan, tersine gerçekten yığınsal, gerçekten devrimci bir hareketin
pratiğiyle sıkı sıkıya bağlı olarak kesin şeklini almış olan doğru bir devrimci
teori kolaylaştırır.” (Stalin, age, s. 144-145)
Daha anlatır ama arkadaşlar zamanımız
doldu biliyorsunuz…
Yani Lenin Usta çok net koyuyor. Önce
mücadelede çelikleşmiş, doğru strateji ve taktiğe, teoriye sahip bir parti
olacak ve İşçi Sınıfının en bilinçli, en yiğit, en fedakâr, en yetenekli
unsurlarını bağrında toplayacak. Böyle bir parti olmadan diktatörlük
uygulanamaz, diyor. Disiplin de sağlanamaz, diyor.
Sovyetler bu açık öğütlere rağmen niye
bunları dinlemeyip de bürokratizme ve çürüyüşe, çöküşe uğradılar?
Şundan; başka ülkelerin proleterleriyle,
mücadeleleriyle sıkı ittifaka gireceksin, diyor Lenin.
Ama Sovyetler bunu terk etti. Kendi
içlerine kapandılar, dünyadan koptular. Oysa devrimci hareket dünyada olanca
coşkusuyla yükselişteydi. Dünyanın tümünün sosyalistleşmesine imkân sunan bir
gelişme vardı. Ama Sovyetler bundan kaçındı. “Barış içinde bir arada yaşama” diye zırva bir tez ürettiler.
Karşıdevrimci bir tez ürettiler. Emperyalistlerle barış içinde bir arada
yaşanmaz. Yaşayamazsınız çünkü o doğası gereği saldırmak zorunda.
Bir de şu var arkadaşlar; savaştan,
mücadeleden koptuğunuz anda durağanlaşma başlar, arkasından çürüme gelir ve
arkasından bitiş gelir. Onun kaçışı yok.
O bakımdan bir ustura gibi her gün
bilincinizi, inancınızı, kararlılığınızı, fedakârlığınızı, yiğitliğinizi bilemek
zorundasınız.
Ve düşman karşısında direnmek
zorundasınız hiç geri adım atmadan. Bir kere boyun eğdiniz mi, bir daha kolay
kolay dik duramazsınız.
İşkencede direnemeyen siyasi yapıla,
düşman karşısında moral gücünü kaybetti ve eriyip gittiler
Bütün bu geniş gençlik kesimine sahip
Mahirci ve Denizci hareketler bugün neredeler?
Büyük çoğunluğu ÖDP’de, değil mi
arkadaşlar?
Sahte KP’lerde, HDP’nin peşinde ve
sanıyorum önemli bir ağırlıklı kesimi de Yeni CHP’nin saflarında.
Ama bunlar gençliklerinde devrimciydiler,
fedakârdılar, gözü karaydılar, savaşçıydılar, nasıl bu hale geldiler?
Mesela
daha önce anlattım, Beyazıt Meydanı’nda 3 bin kişi çıkardık bir anda Toplum
Polisi’yle kavgaya. Gündüz saat 10’dan akşam 5’e kadar, karşılıklı taşlı sopalı
kavga ettik Toplum Polisi’yle Beyazıt Meydanı’nda. Böylesine yiğit arkadaşlardı
bunlar. Ama bunların önderleri işkencede dik duramadı.
Ne diyor Kıvılcımlı Usta:
“Ömrüm
boyunca işkencede direnmeyi en büyük ahlâki erdem belledim.”, diyor.
(Alkışlar...
Slogan… Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı... Alkışlar...)
İşkencede yenildiniz mi, bir daha
inancınızı, kararlılığınızı kolay kolay koruyamazsınız.
Nitekim koruyamadılar. Koruyamadılar...
Biz 146’dan aranıyorduk idamla 12
Eylül’de. Yoldaşlara aynen dediğimiz şu oldu. İki yol var önümüzde:
Ya hain olarak yaşamak,
Ya da yiğit bir devrimci olarak direnmek, gerekiyorsa da
ölmek.
Hangisini seçeceğiz?
Önderimize ne yakışıyorsa onu seçeceğiz,
dedik. Ve bunu göze aldık o yıllarda.
İşte “12
Eylül Nedir?” adlı kitabımız onun bir savunması olarak hazırlandı.
Daha önce
de örnek verdim: İyi yetiştirilen bir çoban köpeği, kurtların karşısına yalnız
bırakılmaz. Çoban kollar onu. Çünkü kurtlar bir onu boğdu ve yaraladı mı bir
daha kurtların karşısında dik duramaz. Sürüyü layıkıyla koruyamaz. Ona köylümüz
“yılgın köpek”, der. Kurtlarla karşılaştığı anda sürünün ortasına kaçar. Çünkü
o anılar çağrışır.
Sporda da böyledir. Mesela, tecrübeli iyi
antrenör yetiştirdiği yetenekli genç boksörünü gözü gibi korur. Belli
turnuvalara göndererek tecrübe kazanmasını sağlar. Ama tecrübeli ve güçlü
boksörlerle de maça çıkar o genç boksör, tabiî turnuva gereği. Tecrübeli
boksörler de katılır yani.
Eski, tecrübeli boksörlerin centilmen
ruha sahip olanları, genç boksörü ezmez. Tabiî puan olarak 8-10 puan önde olur
ama hırpalayıcı, indirici darbeler vurmadan maçı sürdürür. Maçı kazanır, riske
atmaz. Ama genç sporcuyu da ezip hırpalamaz. Onun öz güvenini yıkmaz.
Ama bazı çakal ruhlu sporcular da olur.
Çünkü insanlar tür tür. Ya karşıma bir fırsat çıktı, kariyerime bir nakavt daha
ekleyeyim, diye genç boksörü hırpalayım, indireyim, diye uğraşır. İşte o anda,
ona girdiği anda, genç boksörün antrenörü hemen havlu atar. Ringe havlu atar ve
maçı sonlandırır.
Çünkü boksörü daha tecrübesizdir. Onunla
mücadele edecek kapasitede değildir. Ezdirmenin anlamı yok, onu daha
yetiştireceğim, diye maçı sonlandırır. Ezdirmez. Ezdirirse çünkü, o boksör bir
daha kolay kolay mücadeleci, özgüvenli bir sporcu olma özelliğini kazanamaz.
Partide
de böyledir. Siyasi hayatta da böyledir.
Bizim bu arkadaşlar, yani Mahir ve Denizler’in geleneğinden
gelen, THKP-C ve THKO geleneğinden gelen arkadaşlar, kadro olarak yönetim
bazında teslim oldular.
İşte Mustafa Yoldaş, Mamak’ta onlarla
birlikte yattı. Gürdal Yoldaş da burada, İstanbul’da Metris’te birlikte yattı.
Kadro olarak, önder kadrosunda direnen tek kişi çıkmadı. Ve sonunda çöktüler.
Böyle olunca inançlarını, özgüvenlerini kaybettiler. Ve tabandaki kitleler de
onlara uymak zorunda kaldı. Güvenleri kayboldu, moralleri kayboldu, yıkıldılar.
Daha o zaman bittiler. İşkencede ruhları bitti.
O yüzden 1996’da bir ÖDP kurdular. Başka
seçecek bir kişi bile bulamadılar içlerinde, gidip CIA devşirmesi Ufuk Uras’ı
başlarına getirdiler. Geldikleri, yaptıkları ortada bugüne kadar… Gâh Yeni
CHP’ye kuyruk oluyorlar, gâh HDP’ye kuyruk oluyorlar. Başka da bir özel
teorileri de yoktu. Böylece kişi olarak da bittiler. Savruldular yani. Alan
boşaldı bir anlamda. Tükenişe girdiler, eriyişe ve tükenişine girdiler. Bu
alanda bizim dışımızda savaşan bir hareket kalmadı.
İşte bize en karşıt hareketlerden biri,
Kaypakkayacılar’dan ODTÜ’deki gençler, ODTÜ’ye yeni giren Hüseyin Yoldaş’ımıza
ne diyorlar?
“Ya size faşist diyorlar ama aslında
değilsiniz. Şu anda mücadele eden tek siz varsınız.”, diyorlar, arkadaşlar.
Bir de böyle iftiralarla karalıyorlardı
bizi. Amerika’ya karşı oldun mu? Faşistsin. Ermeni Soykırımı Emperyalist Yalanına
karşı oldun mu? Faşistsin, ırkçısın vs. Artık darbecisin, ulusalcısın,
Kemalistsin zırvalarının sonu gelmiyordu. Ama şimdi gördüler ki, bizden başka
savaşan hareket yok.
Onların geleceği bitti. Alan açıldı
böylece. O zaman bizim hızla, bu temizlenmiş alanda örgütlenme çalışmasına
girmemiz gerekir. Kadrolar yaratma çalışmasına girmemiz gerekir.
İşçi Sınıfının bağımsız mücadele hattını
yalnızca biz temsil ediyoruz ve biz savunuyoruz.
Lenin’in partisi bile savaşmaktan geri
durunca paslandı ve çürüdü. O şanlı, büyük, dünyayı sarsan ve değiştiren,
emperyalizmin uluslararası bütün düzenini bozan, sömürgeciliğin sona ermesinde
çok etkin rol oynayan ve bizim Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın
kazanılmasında belirleyici rol oynayan, Ekim Devrimi’ni yapan parti sonunda
çürüdü ve yok oldu.
Bu
pankartımıza karşı çıkıyor bazı zıpçıktılar. Bazı zihin hasarlı sözde Kemalistler;
“Bu komünistle ne ilgisi var M. Kemal’in?”, diyorlar.
Ya, M. Kemal’in kendi sözüdür: “Eğer Sovyetler’in karşılıksız ve
içtenlikli yardımları olmasaydı, ya çok zor kazabilirdik ya da kazanmamız
imkânsız olurdu. Bunu inkar etmek suçtur”, diyor.
M. Kemal diyor bunu.
Ama işte hem bilgiden yoksun hem zihinden
yoksun olunca böyle zırvalayıp duruyor insanlar.
Söz
anlatmak kolay değil insanlara. Ama imkânsız değil. Özellikle gençlere
bakacağız.
Bir de ortam Küçükburjuva ortamı. Onun
Küçükburjuva gururu her şeyden daha üstün, daha kıymetlidir. Kendi yanlışını
görüp kabul etmez. Kendi mücadele kaçkınlığını kabul etmez. Sana öfke ve garez
duyar.
Geçen yoldaşlarımızla tartışıyorlar
Facebook’ta. Biri bize saldırıyor. Yoldaşlarımız cevap veriyor. Diyor ki,
“Benim 300 tane cezaevi arkadaşım var.” Övünüyor değil mi? Ona sormak gerekir
değil mi; “Tamam cezaevi arkadaşın olması çok iyi ama içlerinde bir tane
direnen var mı?” Cevabı; “Ya o zaman...”
Bir
Dinleyici: Kendi de
diyor zaten, “Ben eski devrimciyim.”, diyor.
Nurullah
Ankut Yoldaş: Ama “eski
devrimciyim” dediğin anda, ben bitiğim diyorsun.
Devrimciliğin eskisi olmaz. Olmaz,
arkadaşlar…
Bedence tükeninceye, tükenişe uğrayıncaya
kadar mevzideki savaş yerimizi terk edemeyiz.
O bakımdan onlardan bir şey olmaz. Onları
hoş görmek gerekir yani. Onların bazıları, hukukçu yoldaşlarımız bilir, Ceza
Hukuku kapsamı dışındadır. Bizim için de onlar siyasi eleştiri kapsamı
dışındadır. Onlar özgür yani. Onları boş verelim.
Yeni, genç, zihni kirlenmemiş inançlı
insanlara bakalım. Ve kara halkımıza, İşçi Sınıfımıza bakalım.
Çünkü
İşçi Sınıfımızın kimseyi aldatma, kandırma gibi bir çıkarı yok. O sadece,
herkes namusluca gücü oranında çalışsın, çalıştığının karşılığını alsın. Kimse
haksızlığa uğramasın, der. Onun mücadelesini yapar. O bakımdan toplumun sınıf
olarak en ahlâklı sınıfıdır İşçi Sınıfı. Devrimin de motorudur.
(Alkışlar...
Slogan… İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek... Alkışlar...)
Yerinde saymak devrimcinin ölümüdür, zafere kadar savaşmak gerek
Daha önce de söylemiştim yoldaşlar,
1991’de Sovyetler Birliği’ne son darbe vurulduğu anda, Yeltsin’in emrindeki
karşıdevrimci polisler, Bolşevik Partisi’nin merkezine geliyorlar; “Size bir
saat süre veriyoruz. Bir saat içinde terk edeceksiniz binayı.”, diyorlar. 5000
çalışan var o zaman partide, merkezde. Bir saat içinde hepsi ceketlerini alıp
partiyi terk ediyorlar. Biri eşine anlatıyor, böyle oldu diyor. Eşi, “Bir
tekiniz bile mücadele etmeyi düşünmediniz mi?”, diyor. “Yazıklar olsun.”,
diyor. Bir tekinin bile savaşmak, mücadele etmek içinden gelmiyor ve o cesareti
gösteremiyor.
Nerede Lenin’in anlattığı parti? O
çelikleşmiş, savaşçı ruha sahip parti nerede?
Zaman içinde mücadeleden kaçtığı için
çürümüş, arkadaşlar.
Dedik ya; hayatta hiçbir şey olduğu gibi
durmaz. Eğer gelişmek, olumlu yönde değişmek istiyorsan savaşacaksın devrimci
parti olarak: Emperyalizmi mezara gömünceye kadar. Uluslararası Proletarya
davası dünya çapında zafere ulaşıncaya kadar savaşacaksın, durup dinlenmeden. O
savaştan koptuğun anda çürüme başlar.
İşte Sovyetlerin sonu bu oldu. Anlayamadılar
Lenin’in bu öğretisini. Savaştan korktular.
Kaliteli çeliği grese yatırırsınız. Her
tarafını gresle korumaya alırsınız, 100 yıl da korunabilir. Diyelim bir silah,
mesela bir mavzer. Birinci Kuvayimilliye’de kullanılan mavzerler, depolarda
greste. Bize askerlikte eğitimde çıkarırlardı. Temizledik gresi, canavar gibi
çalışmaya başladılar.
Ama insanları grese yatıramazsınız ve
insanlar çelikten değildir.
Yaşayan canlı organizmadır insanlar.
Parti de öyle.
Nedir?
Savaş organizmasıdır parti. Onun canlılığını
ve gücünü geliştirmek için, korumak için sürekli savaştırmak zorundasınız.
Bir sporcu müsabıklık hayatını sürdürdüğü
sürece, ne yapacak?
Düzenli antrenmanlarını her gün
aksatmadan yapacak. Ya tamam, ben
maç yaptım, maç kazandım. 2 ay yatayım ondan sonra maça çıkayım. Bitti…
Kaybedersin...
Parti de aynıdır. Devamlı savaşacaksın.
Emperyalizm savaşıyor. Biliyor bunu, o
domuz içgüdüsüyle bunu biliyor. Sana karşı durup dinlenmeden savaşıyor.
Ordusuyla, ajanlarıyla savaşıyor, parasıyla, şirketleriyle savaşıyor, kültürüyle
savaşıyor.
Ekim Devrimi olur olmaz, Amerika’daki tüm
sol, ilerici, demokrat kültürü ortadan kaldırmak için Amerika’da çalışmaya
giriyor emperyalistler. 1930’lardan itibaren de Hollywood’a yöneliyorlar. Orada
demokrat, namuslu ne varsa onların kökünü kazımak istiyorlar. İşte ünlü “Amerika’ya Karşı Faaliyetleri Soruşturma
Komitesi” bu amaçla kuruluyor. Bu komite tümüyle CIA’nın öncül örgütü tarafından
yönetiliyor. Bildiğimiz gibi bu soruşturmalar McCarthy Döneminde ise zirve
yapıyor. Hollywood’u tümüyle devrimcilerden, demokratlardan, ilericilerden
arındırmak ve orayı emperyalizmin propaganda üssü haline dönüştürmeyi
amaçlıyorlar. Böyle bir operasyonda bulunuyorlar ve onun etkileri hâlâ devam
ediyor. Hâlâ sürüyor.
Hollywood, aynı McCarthy Döneminin
programlanmış Hollywood’udur. ABD Emperyalizminin dünyadaki propaganda
aracıdır. Yani o hep savaş meydanındadır.
Bizim de ona karşı durup dinlenmeden
savaşmamız gerekir. Savaştan geri kaldığınız anda, işte Lenin’in partisi bile
olsanız, geleceğiniz yok, geleceğiniz olmaz. Hayat böyle, arkadaşlar.
Çünkü tek ülkede sosyalizm olabilir ama
onun güvencesi, yaşaması ve gelişmesi için dünya çapında sosyalizmi zafere
ulaştırmak için, bir araç olarak onu kullanacaksınız. Bir kale olarak o size
hizmet edecek. Sen onu göremediğin anda orada çökme başlar. İşte çöküşün
sebepleri bu...
Fazıl Say’ın bir kitabı çıktı geçenlerde: “Akılla Bir Konuşmam Oldu”. Aynen şöyle
der bu kitabında:
“Bir
gün çalışmazsanız kendiniz bilirsiniz. Bir hafta çalışmazsanız meslektaşlarınız
bilir. Bir ay Çalışmazsanız bütün dünya bilir.”
Neyi bilir?
Gerilediğinizi...
Demek ki dünya
çapında ünlü bir piyano dâhisi bile olsanız bir tek gün bile ara vermeden
çalışmak mecburiyetindesiniz, kalitenizi koruyabilmek için. Devrimcilikte de
durum bire bir böyledir, yoldaşlar. Bir gün bile kavgadan uzak yaşarsanız,
devrimci ruhunuzda gerileme hemen başlar. Bu gerçeği asla aklımızdan
çıkarmamamız gerekir.
Marks da ne
diyordu zaten devrim için?
Güzel sanat...
Bu demektir ki,
devrimci de devrimci savaşın sanatçısıdır...
Lenin’e nerede hata bulacağız?
Hayır, zerrece hata yok. Tersine dâhice
öngörüde bulunma var.
O bakımdan, teoriyi çok iyi bilmemiz
gerekir. Bir bilimdir bu. Öyle derme çatma, kulaktan dolma yahut belli
magazinsel bir şeyler okumakla bilim elde edilmez. Nasıl bir doğa bilimini tam
olarak öğrenebilmek için kahırlı bir çaba ve yılları vermek gerekirse devrim
bilimini de aynı şekilde dikkatlice etüt etmek, incelemek ve hayatta uygulamak
için dövüşmek gerekir. Başka türlü öğrenilemez. Yaşadığımız olaylar bize bunu
gösteriyor arkadaşlar, bunları çıkartıyoruz.
Son soluğumuzu verene kadar İnsanlığın
kurtuluş davasını zafere ulaştırmak için mücadele edeceğiz
AKP’giller’e
dönersek tekrar, işte CIA böyle programlıyor. Bakın sene Ekim 1999, Tayyip
Başbakan olacak ve onun etrafında parti programını yapmış, çalışmalarını ona
göre yapmış.
Onu hayata geçiriyor mu?
Geçiriyor.
Baykal’ı da kullanıyor mu baştan sona
onunla ilgili?
Kullanıyor.
Bunu görünce, bu Baykal nedir?
CIA’nın bir adamı, onun hizmetinde.
7 Haziran sonrası da kurtardı değil mi?
Evet arkadaşlar, Tayyip panikledi o anda,
7 Haziran akşamı panikledi. Bir anda en güvenilir adamına sarıldı; Baykal’a.
Antalya’dan anında gece uçağa binip geliyor. Ondan sonra 1 Kasım’ı
planlıyorlar.
Bir de büyük dostu var.
Kimdir?
Sarayın arka Bahçelisi.
İşte
Tuğrul Türkeş’i de Devlet Bahçeli gönderdi, diyor bakın, dikkat edin,
arkadaşlar. Tayyip’in yanına Tuğrul Türkeş yıllar önce gitti. Tayyip’in yanına
Bahçeli gönderdi, diyor Erol Mütercimler.
Bir
Dinleyici: Erken seçime
de Bahçeli götürmüştü.
Nurullah
Ankut Yoldaş: Evet.
Bahçeli götürdü erken seçime.
Adam
(ABD-CIA) organize çalışıyor. Yani tek yönlü çalışmıyor. Dediğimiz gibi sırf
iktidarı kontrol etmekle yetinmiyor; muhalefeti de tümüyle kontrolünde tutuyor.
Tarikatları-Cemaatleri de tümüyle kontrolünde tutuyor. Böylesine kapsamlı ve
geniş ölçekli çalışıyor.
Bunları görmezsek, o zaman yapacağımız
siyasetin de bir etkisi olmaz. Bir anlamı olmaz yani. İşçi Sınıfı siyaseti
olmaz bu.
Bunları görüp, kavrayıp, göstermek ve buna
karşı mücadele etmek gerekiyor.
Önderlerimizden aldığımız ışıkla,
bilimle, teoriyle işte bunu yapmaya çalışıyoruz bütün gücümüzle, bütün
enerjimizle, bütün kararlılığımızla, bütün kapasitemizle. Son soluğumuzu verene
kadar da bu savaşı sürdüreceğiz.
Ve ondan sonra genç yoldaşlarımıza
bayrağı teslim edip, biz de geldiğimiz yere; doğaya döneceğiz. Yani toprak
olacağız. Doğanın kanunu bu. İster istemez kaçınılmaz son budur, arkadaşlar.
Ama o zaman ruhumuz yaşayacak. Kavgamız
yaşayacak, bayrağımız savaşacak.
Ömrümüzü verdiğimiz davamız sonunda
mutlaka zafer kazanacak. İnsanlığımızın hakkını böylece vermiş olacağız.
Daha önce de anlattım. Önderimizi
benimsediğimde, ilk tanışıp benimsediğimde, memlekete, Konya’ya geldim. Babamla
hoş beş ettik.
“Ne var ne yok oğlum, ne yapıyorsun?”
“Baba; böyle böyle.”, dedim. “Ben
sosyalist oldum, Hikmet Kıvılcımlı diye bir büyük Devrimci Önder var. Onun
bayrağı altında mücadele ediyoruz.”
“Kimdir bu Kıvılcımlı?” dedi?
Anlattım ben de.
Dedi; “Ya oğlum, bak gördün mü? Adam
ömrünü zindanlarda geçirmiş. Doktor olmasına rağmen çilelerle, acılarla, büyük
sıkıntılarla geçirmiş. Sen benim tek oğlumsun, kıran artığısın. Sen rahat et
diye ben köyden şehre göçtüm geldim. Senin rahat etmeni istedim. Sen de o
adamın yoluna girersen, sen de aynı şekilde olursun.”, dedi.
“İyi baba da; bana düzenbazlık,
bananecilik, acımasızlık öğretmedin ki. İnsanlık öğrettiniz. O adam da insanlığının
hakkını vermek için savaşıyor. Bak mahallemizde de o kadar yoksullar var,
dedim. Acı çeken insanlar var. Gücümüz oranında onlara sahip çıkmaya çalışmıyor
muyuz biz de? Çalışıyoruz. İşte sosyalistlik de ülke çapında onlara sahip
çıkmaktır.”, dedim.
Daha önce de hep anlattım. Yoksul
mahallenin orta gelire sahip insanıydık, Konya’ya geldiğimizde. Babam kararlı,
yiğit olduğu için taştan ekmeğini çıkartır bir insandı. Bize hiç açlık,
yoksulluk çektirmedi. Her zaman unumuz, buğdayımız, kavurmamız, yağımız,
bulgurumuz, balımız, pekmezimiz olurdu. Ama üstümüz, kıyafetimiz mahallemiz
sakinleriyle aynı olurdu. Bir giydiğimizi eskiyince kadar, yamalı oluncaya
kadar giyerdik. Zengin değildik, malımız birikmişliğimiz de yoktu. Ama yoksul,
acı çeken insanlar olurdu mahallede özellikle de kış günü.
Geçen Mustafa Arkadaş çocukluklarını
anlattı. Ankara’dayız Metin Yoldaş’la beraber. “Anacığım sadece unla yağla, un
çorbası yapardı. Ekmekle un çorbasını yerdik, karnımızı doyururduk.”, dedi. O
günler çağrıştı, o yoksullar çağrıştı gözümde, gözlerim doldu.
Gelirlerdi,
“Atiye abla, un yok, bulgur yok, yağ yok, çocuklar aç.” Anam hemen verirdi. “Al
kızım. Al kızım. Çekinme, her zaman gel.”, derdi. Dua ederek giderlerdi
kadıncağızlar. Anam, tulum peynirimiz falan da olurdu, bazen ondan verirdi.
Fasulye, mercimek verirdi. Yani fasulye falan pek olmazdı köyümüzde ama onları
da verirdi.
Babam yoksul bir ailenin insanıydı. Çok
yoksulluk çekmişler. Ama anam, yoksul köyümüzün görece en varlıklı ailesinin
kızıydı. Anne dedem de “Hacı Hafız” derler. Köydeki tek hafız ve hacıymış.
Dürüst mert, içtenlikli bir kişiymiş ama kavga gürültü falan bilmezmiş.
Hırsızlar gelir soyarlarmış sık sık evini, ambarını, kilerini. Babama da kızını
ondan vermiş. Dedem efe. “Bozkırlı Mustafa Efe”. Kızımı Mustafa Efe’nin oğluna
verirsem hırsızlar zarar veremez dermiş. Nitekim zarar da verememişler ondan
sonra.
Şimdi
böyle olunca anam daha bonkör, verirdi. Babam, hani yoksulluk çekince; “Ya yağ
bulgur ver, onlar tamam da, onlar bol da…” Yine Babam; “Kocaları yok mu,
çalışsınlar?”, derdi. “Ya neyi götürecen adam öbür tarafa. Bizim var işte. Adam
çalışmıyorsa bu çoluğun çocuğun kabahati ne?”, derdi anam. Anam verirdi. “İyi
iyi hanım, sen bildiğin gibi yap”, derdi babam da. Fazla üstelemezdi, yani hiç
ısrar etmezdi.
“Bak dedim,
baba biz böyle yardım etmek istiyoruz çevremize, Türkiye çapında, dünya çapında
bu yoksulluk olmasın insanlar acı çekmesin, sıkıntılar çekmesin, herkes insan
gibi yaşasın diye mücadele ediyoruz.”, dedim.
“Valla oğlum ne bileyim de artık…” Hemen
anam karışırdı; “Senin aklın ermez o işlere, sen bırak. Oğlum ne bilirse o.
Senden mi öğrenecek?”, derdi. Babam; “Tamam, hadi bakalım.”, derdi.
Yani demek istediğim arkadaşlar, Usta’mız
bu ve biz bunları öğrendik Usta’mızdan. Böyle bildik. Ve son soluğumuzu verene
kadar da böyle yaşayacağız.
Yoldaşlarımız zamanımızı çoktan
geçirdiğimizi, haklı olarak belirtiyorlar. Bağışlasın bundan sonra sunumu olan
yoldaşlar. Dert çok, lafı kısa kesemedik.
Bu kadar uzun süre dikkatlice
dinlediğiniz için devrimci yüreğimin olanca ateşiyle, sevgi, selam ve
saygılarımı iletirim hepinize.
Halkız,
Haklıyız, Yeneceğiz!
(Alkışlar...
Sloganlar… Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz... Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi...
Alkışlar...)
Sunucu: Genel Başkanımıza bu doyurucu aynı
zamanda duygu dolu, aydınlatıcı konuşması için bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Biraz hasta olduğunu da söyledi. Geçmiş olsun diyoruz. Buna rağmen saatlerdir
ayakta burada fedakârca. Bu fedakârlığı için bir kez daha teşekkür ediyoruz
kendisine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Öneri/eleştiri ilet.